“DOĞA, SANAT, PAYLAŞIM - Doğa Temelli Dışavurumcu Sanat Terapisi
Ezgi İçöz - Psikoterapist, Dışavurumcu Sanat Terapisti
Bu dünyada ara sıra, sonsuza kadar yaşayacağına inanır insan. Gün doğumunda ayağa kalkıp, dışarı çıkıp, yüzünü yukarı çevirip gökyüzünün yavaş yavaş maviye dönüşünü izlerken, güneşin binlerce ve binlerce yıldır aynı görkemli şekilde yükseldiğini düşündüğü zamanlarda hisseder bunu insan. Bazen de, güneş batarken, ormanda bir ağacın altında yalnız başına durup, dalların arasından akıp gelen gizemli sessizliği belli belirsiz duymaya çalışırken hisseder. Ve yine bazen, koyu mavi gecenin sonsuz derinliğinde, milyonlarca yıldızı parladıkları yerde izlerken öyle gelir insana; bazen uzaktan gelen bir müzik sesi, bazen de birisinin gözündeki anlam o hissi verir.’ Frances Hodgson Burnett, Gizli Bahçe
Sanat terapileri modern psikolojide yeni bir alan olmasına rağmen aslında insanlığın sanatı şifa olarak kullanmasına en eski dönemlerden beri rastlıyoruz. Amerika’da 1990larda ortaya çıkmış ‘ekopsikoloji’ kavramının beslendiği konular da aslında doğayla ilişkimiz kadar eski. Disiplinlerarası bir kavram olarak ortaya çıkan ekopsikoji insanlar ve yeryüzü arasındaki bağı inceler ve sürdürülebilirliğin gelişmesine odaklanır. Modernleşme, şehirleşme ve teknolojinin ilerlemesiyle, tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile birlikte doğayla ilişkimizin azalmasına bağlı olarak insan ve toplum psikolojisindeki etkilerine değinir. Ekopsikoloji, insanlar ve doğa arasındaki duygusal bağı genişletmeyi ve düzeltmeyi amaçlar ve psikolojik tedavide insanların ruhsal olarak doğaya yakınlaşmaları üzerine çalışmalar yapar. (https://en.wikipedia.org/wiki/Ecopsychology) |
Bu konuda Türkçeye çevrilmiş nadir ve önemli kaynaklardan biri olan ‘Doğadaki Son Çocuk’ Amerika ağırlıklı olmak üzere dünyadan örnek ve araştırmalar ile dönemsel ve toplumsal değişimler ile birlikte ekolojinin insan psikolojisine ve çocuklara olan etkisini anlatıyor. Kendi deneyim ve gözlemlerini de oldukça geniş perspektiften anlatan Louv, yakın dönemde kentleşme ve teknolojiye bağlı toplumsal değişimlerin insanların doğa ile bağını nasıl etkilediğine değinmiş. Bu etkileri bireysel ve kolektif bir yaklaşımla ele almış. Ekopsikolojinin yalnızca insanların doğaya ne yaptığı ile ilgili değil, doğanın insan sağlığına etkilerini araştıran, doğa terapisi gibi çalışmaları da kapsayan gelişimini de vurguluyor (Richard Louv, 2005). Modern psikiyatride doğa ile ilişkimizin azalmasının kişilerde ve toplumlarda yarattığı sorunlara ve hastalıklara yeterince değinilmediğinden ve güncel eğitim sisteminin doğayla ilişkiye yeterince alan açmadığından bahsediyor. Bunun yanında kitapta doğanın insan psikolojisine etkilerini inceleyen birçok araştırmaya da yer veriyor. Doğa manzaralı penceresi olan hastaların, olmayanlara göre daha olumlu bir iyileşme süreci geçirdiğinden, hayvan besleyen çocukların empati, sorumluluk gibi özelliklerinin geliştiğine, bahçe terapisi gibi alanların insan psikolojisini nasıl olumlu etkilediğinden, doğa temelli, açık havada eğitim sistemlerinin çocukların fiziksel, zihinsel ve ruhsal gelişiminde nasıl mucizevi etkileri olabileceğini çeşitli örnek, deneyim ve araştırmalar ile anlatıyor.
Sanat ve Doğa
'Sanat ve psikoterapi birleştiğinde, ikisinin de kapsamı ve derinliği artar. Sanat ve terapi birlikte işlenildiğinde insanlığın şifa tarihinin sürekliliğine bağlanılır.' Schaun McNiff Doğanın bize öğretmesine izin veren yaratıcı aktivitelerin olduğu bir kaynak olan ‘Eco-Art Therapy’ kitabında, Theresa Sweeney kendi 20 yıllık araştırma, deneyim ve gözlemlerinin sonunda eko-terapi ve sanat terapisinin birlikteliğinin ikisinin de etkisini ve dönüştürme gücünü geliştirdiğini söylüyor (Theresa Sweeney, 2013). Sanat ve terapi birleştiğinde nasıl ikisinin de kapsam ve derinliği artıyor ise bu birlikteliğe doğa da eklenince bu derinliği daha da artırıyor, iyileşme ve dönüşüm daha bütünsel bir hal alıyor. Sizleri psikolojik sorunların ve terapi yolculuğunun bağlanma tarzlarından, travmaya birçok konu ile ilişkisinin yanında insanın doğa ve yaratıcı ifade ile bağlantısını da biraz düşünmeye davet ediyorum. Bunu yaparken şehirde ve modern hayatta doğa, kırsal ve/veya vahşi yaşamda doğa gibi katmanlar yanında bir bütün olarak yeryüzünü düşünerek okuma yapabiliriz. Yaşamlarımızda, işimizde, ilişkilerimizde, sosyal hayatımızda, eğitimde yaratıcılığa, doğaya, kalpten paylaşıma ne kadar alan açabiliyoruz? Bu yazıda ekopsikolojiye biraz değindikten sonra dışavurumcu sanat terapileri ile ve doğanın buluşması üzerine deneyimlerimi ve beni besleyen kaynakları paylaşmak istiyorum. Son olarak bu birlikteliğin kadim bir iletim şekli olan çember (way of council) ile nasıl beslenebileceğine değineceğim. |
Şehirde doğup, büyümüş ve hayatımın büyük bir çoğunluğunda şehirde yaşamış olsam da doğayla hep yakın bir bağım oldu. Yaptığım yolculuklarda gittiğim ülkelerin büyük şehirlerinden çok doğasında, köylerinde vakit geçirdim. Gittiğim yerlerin bazen dağlarında, bazen şelalelerinde, bazen çöllerinde veya antik şehirlerinde buldum kendimi. Yolculuklarımda oraların insanları ile ilişki kurduğum kadar ağaçları, bitkileri, kuşları ile de tanıştım, vakit geçirdim. 2011 yılında doğayla daha bağlantılı bir şehir olduğunu söyleyebileceğim 5-6 yıl yaşadığım San Francisco’dan İstanbul’a taşındım. San Francisco’da büyük şehirde yaşıyor olsam da okula, işe bisikletle gidebiliyor, küçük çapta da olsa sebze, meyve, çiçek yetiştirdiğimiz bahçemizde kompost yapıp, tavuk besleyebiliyorduk. Parklarda sosyalleşme, doğa yürüyüşleri, kamplar hayatımızın içindeydi. İstanbul’a geldiğimde ise şehir yaşamının getirdiği hız, tüketim ve trafik ile doğadan uzaklaşmanın etkilerini hissediyordum. Her tatilde kendimi doğada bir yerleri ziyarete giderken bulduğumu farkettiğimde artık doğanın benim için bir şehirdeki hayatıma bir mola değil bir yaşam alanı olmasını istediğime karar verdim. 2015 yılında, İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birinden, keskin ama aslında yıllardır kendini hazırlamış bir geçişle, Ege’de bir köyde etrafı çam ve zeytin ağaçları ile dolu bir dağ evine göç ettiğimizde kendi yaşayışımın yanında kısaca kendini tanıma ve gerçekleştirme yolculuğu olarak tanımlayabileceğim terapi anlayışımın da dönüşeceğini biliyordum. Biraz civar köyleri gezdikten sonra taşındığımız ev, yakınında başka ev olmayan, köyün mezarlığının arkasında tepedeki ev diye andığımız, gökyüzüne yakın keyifli bir evdi. Bir yanda gördüğüm en güzel gün batımınlarından birine sahip bir manzaraya bakarken, diğer tarafta yüksek gerilim hattına giden kocaman bir elektrik direği manzarasıyla karşılaşıyorduk. Büyük şehirlere giden elektrik direklerinin köylerin ve ormanın içinden geçen uzun bir hattın üzerinde yanımızdaki ormanın payına düşmüş elektrik direğinin de etkisi ile zaten ilgili olduğum şehirleşmenin doğaya etkileri, ekoloji, teknoloji, tüketim, modernleşme üzerine daha çok soru sormaya başladım.
Aslında doğayla hep kuvvetli bir bağım olduğunu düşünsem de kırsala taşındığımda doğa ve elementleri günlük yaşayışımın kaçınılmaz ve öğretici bir parçası haline geldi. Doğayı, ayın evrelerini, mevsim geçişlerini daha çok gözlemlemeye, bitkileri, hayvanları araştırmaya, elementleri daha çok hissetmeye, doğanın şifasını daha çok deneyimlemeye başladım. Doğa temelli sanat terapisini kendi hayatımda deneyimleme, atölyelerle, inzivalar ile destekleme, çocuklar ve yetişkinler ile paylaşma şansım oldu/oluyor. Yıllarca şehirlerde yaşamış biri olarak şehir alışkanlıklarımızı dönüştürmek, doğayla uyumlanmak bir emek istiyor. Bunu karşı çıkan bir yerden değil de besleyen, uyumlanan bir yerden yapmaya gayret ediyorum. Doğanın romantizminin, güneşin doğuşunun ve batımının, ayın her halinin güzelliğinin yanında, iklim değişiklikleri ile beraber vakitsiz açılan çiçeklere, yazın kuruyan nehirlere, yanan ormanlara, kesilen ağaçlara, sonbaharda dökülemeyen yapraklara, geç gelen yağmurlara, kışın uçamayan arılara, uyuyamayan sürüngenlere rastlıyoruz. Ekopsikolojide sıklıkla söz edilen doğanın bizden ayrı bir yer olmadığını, insanın doğanın bir parçası olduğunu daha çok hissediyorum. Doğayla, yaşadığımız alan ile tanışmamızla birlikte mevsimlere göre değişen bitki örtüsünü izlediğim, bize yuva olan yer ile uyumlanırken doğanın desteğini hissettiğim ve varlığına şükrettiğim dönemler yaşıyorum. Bu ilişkinin getirdiği sorumluluk ve duyarlılıkla doğa ile alışverişimize bütüncül bir şekilde bakmanın gerekliliğine inanıyorum.
İstanbul’da yaşadığım dönemde farklı popülasyonlar ile sanat terapisi ağırlıklı çalışırken, doğayla ve kendi doğamızla uyumlu ilişki kurmamızı engelleyen sistemin insanlarda ve kendimde açtığı yaraları farkediyor ve yara bandına benzettiğim bir psikolojik destek sistemine şahit oluyordum. Sanat terapisi yaklaşımıyla hem gruplar hem bireyler için danışanlara kendilerini tanımaya, yaralarını sarmayı öğrenmeye yönelik alan tutuyordum. Sanat terapisinin bireysel travmalarda terapötik süreçlerde kullanmanın yanında kolektif travmalarda ve sosyal değişimde kullanımı üzerine çalışmalar ve atölyeler yapıyordum. Klinik hayatımda şahit olduğum vakalar, çevremde gözlemlediğim tükenmişliğe dair sorunlar beni yara bantları kullanmaktansa, yaralarımınızın kaynağını keşfetme ve iyileştirme isteği ile doğaya yöneltti. Desteklediğim terapilerde parklarda koşması, ağaçlara tırmanması gereken bir çocuğun gününün büyük bir çoğunluğunu, enerjisinin en yoğun olduğu zamanlarda okul sırasında oturarak (pandemi ile beraber ekran karşısında) büyük ihtimalle hiç ilgilenmediği bir konuyu, kimi zaman çok olumlu ilişki kuramadığı birinden dinlemek ve sınav olmak zorunda olmasına ve ona ağır gelebilecek ilaçlar ile okula uyumlu hale getirilmeye çalışıldığına şahit oluyordum. Şiire, resme meraklı ve yetenekli bir gencin semptomları kendi yaratıcı doğasını bastırması gerektiği bir eğitim ve sınav sisteminde depresyon, kendine zarar verme veya panik ataklar ile kendini gösterebiliyordu. Sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalan birinin yaşam derdiyle kendi hediyelerini sunabilme alanının olmadığını, tükenmişlik yaşadığını görüyordum. Bunun gibi hayatlar ile dolu hızlanmış, rekabete dayanan okul ve iş hayatı, birbirini tanımayan insanlar ile dolu hızla yükselen apartman ve siteler, giderek azalan yeşil alanlar ve parklar, alışveriş merkezlerine sokulmuş sosyal yaşantılar gibi birçok şeyden bahsebiliriz.
Günümüzde birçok konuda anında bilgi sahibi olduğumuz bir teknolojik altyapıya sahipken, bu bilgileri içselleştirme veya deneyimleme olanağımız olmuyor. Şimdi şehirlerde birçok çocuk hiç karşılaşmadığı birçok hayvanın adını, türünü, özelliklerini öğrenme olanağına sahip. Ama özellikle şehirde yaşayan çocukların büyük bir kesiminin doğayla birincil bir deneyimi çok azalmış durumda. Yediği meyvenin bir ağaçtan geldiğini, görmüyor, yumurtanın tavuktan geldiğini biliyor, çıkardığı sesi öğreniyor ama hiç tavukla, horozla karşılaşmamış. Birçok ebeveyn çamurdan, topraktan tiksinip aslında doğaya zararlı temizlik ürünleri ile temiz olduğumuzu zannedebiliyor. Birçok insan tükettiği besinlerin kaynağını bilmiyor, görmüyor. Temiz gıdaya ulaşmak bir ayrıcalık, bir lüks halini aldı. Depresyon, tükenmişlik, psikolojik ve fiziksel hastalıklar artarak bir çok insanın hayatını, toplumu her yönden etkiliyor. Teknoloji, kentleşme ve modernizmin bize sunduklarının yanında, dünyada hatırı sayılır bir çoğunluğun doğayla bağı azaldı; doğanın döngülerini hissetmeden, yapay bir zamanlamayla, sanal ilişkiler içinde, hızlı bir tüketimle yaşamak normalleşti. Pandemi ile beraber birçok çocuk duvarlar arasında, birbiriyle yan yana gelemeden, nerdeyse gökyüzünü görmeden, temiz, derin bir nefes alamadan yaşıyor. Günümüz dünyasında kimi çocuklar evlerine dönemiyor, kimileri evden çıkamıyor. Kişiler evlerindeki, şehirde oluşturulan komfor alanlarına sığınırken doğayla ilişkisi daha çok korkuya, tüketime, ekofobi olarak adlandırılan bir kavrama dönüşüyor. ‘Ekofobiyi Aşmak, Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri kitabında yazar David Sobel, ekolojinin çocuk için bir fobi değil, oyun, deneyim ve öğrenme alanı olması gerektiğini anlatıyor (David Sobel, 2014). Bir bakıma doğayla ilişkimizin azalması insanları ekofobiye itiyor. Doğayla bağlar zayıfladıkça, doğa insanlar için besleyici, kucaklayıcı bir ev olmaktan ziyade bir korku kaynağına veya talan alanına dönüşüyor.
Aslında doğayla hep kuvvetli bir bağım olduğunu düşünsem de kırsala taşındığımda doğa ve elementleri günlük yaşayışımın kaçınılmaz ve öğretici bir parçası haline geldi. Doğayı, ayın evrelerini, mevsim geçişlerini daha çok gözlemlemeye, bitkileri, hayvanları araştırmaya, elementleri daha çok hissetmeye, doğanın şifasını daha çok deneyimlemeye başladım. Doğa temelli sanat terapisini kendi hayatımda deneyimleme, atölyelerle, inzivalar ile destekleme, çocuklar ve yetişkinler ile paylaşma şansım oldu/oluyor. Yıllarca şehirlerde yaşamış biri olarak şehir alışkanlıklarımızı dönüştürmek, doğayla uyumlanmak bir emek istiyor. Bunu karşı çıkan bir yerden değil de besleyen, uyumlanan bir yerden yapmaya gayret ediyorum. Doğanın romantizminin, güneşin doğuşunun ve batımının, ayın her halinin güzelliğinin yanında, iklim değişiklikleri ile beraber vakitsiz açılan çiçeklere, yazın kuruyan nehirlere, yanan ormanlara, kesilen ağaçlara, sonbaharda dökülemeyen yapraklara, geç gelen yağmurlara, kışın uçamayan arılara, uyuyamayan sürüngenlere rastlıyoruz. Ekopsikolojide sıklıkla söz edilen doğanın bizden ayrı bir yer olmadığını, insanın doğanın bir parçası olduğunu daha çok hissediyorum. Doğayla, yaşadığımız alan ile tanışmamızla birlikte mevsimlere göre değişen bitki örtüsünü izlediğim, bize yuva olan yer ile uyumlanırken doğanın desteğini hissettiğim ve varlığına şükrettiğim dönemler yaşıyorum. Bu ilişkinin getirdiği sorumluluk ve duyarlılıkla doğa ile alışverişimize bütüncül bir şekilde bakmanın gerekliliğine inanıyorum.
İstanbul’da yaşadığım dönemde farklı popülasyonlar ile sanat terapisi ağırlıklı çalışırken, doğayla ve kendi doğamızla uyumlu ilişki kurmamızı engelleyen sistemin insanlarda ve kendimde açtığı yaraları farkediyor ve yara bandına benzettiğim bir psikolojik destek sistemine şahit oluyordum. Sanat terapisi yaklaşımıyla hem gruplar hem bireyler için danışanlara kendilerini tanımaya, yaralarını sarmayı öğrenmeye yönelik alan tutuyordum. Sanat terapisinin bireysel travmalarda terapötik süreçlerde kullanmanın yanında kolektif travmalarda ve sosyal değişimde kullanımı üzerine çalışmalar ve atölyeler yapıyordum. Klinik hayatımda şahit olduğum vakalar, çevremde gözlemlediğim tükenmişliğe dair sorunlar beni yara bantları kullanmaktansa, yaralarımınızın kaynağını keşfetme ve iyileştirme isteği ile doğaya yöneltti. Desteklediğim terapilerde parklarda koşması, ağaçlara tırmanması gereken bir çocuğun gününün büyük bir çoğunluğunu, enerjisinin en yoğun olduğu zamanlarda okul sırasında oturarak (pandemi ile beraber ekran karşısında) büyük ihtimalle hiç ilgilenmediği bir konuyu, kimi zaman çok olumlu ilişki kuramadığı birinden dinlemek ve sınav olmak zorunda olmasına ve ona ağır gelebilecek ilaçlar ile okula uyumlu hale getirilmeye çalışıldığına şahit oluyordum. Şiire, resme meraklı ve yetenekli bir gencin semptomları kendi yaratıcı doğasını bastırması gerektiği bir eğitim ve sınav sisteminde depresyon, kendine zarar verme veya panik ataklar ile kendini gösterebiliyordu. Sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalan birinin yaşam derdiyle kendi hediyelerini sunabilme alanının olmadığını, tükenmişlik yaşadığını görüyordum. Bunun gibi hayatlar ile dolu hızlanmış, rekabete dayanan okul ve iş hayatı, birbirini tanımayan insanlar ile dolu hızla yükselen apartman ve siteler, giderek azalan yeşil alanlar ve parklar, alışveriş merkezlerine sokulmuş sosyal yaşantılar gibi birçok şeyden bahsebiliriz.
Günümüzde birçok konuda anında bilgi sahibi olduğumuz bir teknolojik altyapıya sahipken, bu bilgileri içselleştirme veya deneyimleme olanağımız olmuyor. Şimdi şehirlerde birçok çocuk hiç karşılaşmadığı birçok hayvanın adını, türünü, özelliklerini öğrenme olanağına sahip. Ama özellikle şehirde yaşayan çocukların büyük bir kesiminin doğayla birincil bir deneyimi çok azalmış durumda. Yediği meyvenin bir ağaçtan geldiğini, görmüyor, yumurtanın tavuktan geldiğini biliyor, çıkardığı sesi öğreniyor ama hiç tavukla, horozla karşılaşmamış. Birçok ebeveyn çamurdan, topraktan tiksinip aslında doğaya zararlı temizlik ürünleri ile temiz olduğumuzu zannedebiliyor. Birçok insan tükettiği besinlerin kaynağını bilmiyor, görmüyor. Temiz gıdaya ulaşmak bir ayrıcalık, bir lüks halini aldı. Depresyon, tükenmişlik, psikolojik ve fiziksel hastalıklar artarak bir çok insanın hayatını, toplumu her yönden etkiliyor. Teknoloji, kentleşme ve modernizmin bize sunduklarının yanında, dünyada hatırı sayılır bir çoğunluğun doğayla bağı azaldı; doğanın döngülerini hissetmeden, yapay bir zamanlamayla, sanal ilişkiler içinde, hızlı bir tüketimle yaşamak normalleşti. Pandemi ile beraber birçok çocuk duvarlar arasında, birbiriyle yan yana gelemeden, nerdeyse gökyüzünü görmeden, temiz, derin bir nefes alamadan yaşıyor. Günümüz dünyasında kimi çocuklar evlerine dönemiyor, kimileri evden çıkamıyor. Kişiler evlerindeki, şehirde oluşturulan komfor alanlarına sığınırken doğayla ilişkisi daha çok korkuya, tüketime, ekofobi olarak adlandırılan bir kavrama dönüşüyor. ‘Ekofobiyi Aşmak, Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri kitabında yazar David Sobel, ekolojinin çocuk için bir fobi değil, oyun, deneyim ve öğrenme alanı olması gerektiğini anlatıyor (David Sobel, 2014). Bir bakıma doğayla ilişkimizin azalması insanları ekofobiye itiyor. Doğayla bağlar zayıfladıkça, doğa insanlar için besleyici, kucaklayıcı bir ev olmaktan ziyade bir korku kaynağına veya talan alanına dönüşüyor.
Doğa (ingilizce nature) kelimesinin kökenine bakarsak, Latince doğuş, yaradılıştan gelir. Arapça kökenli tabiat kelimesi de bir varlığın özünden veya yaradılıştan gelen özellikler, kainatın değişmez düzeni, yaradılış anlamına gelir. Doğa ile özümüz, yaradılışımızın ilişkisinin etimolojik kökenlerinde de bir bağ olması bir tesadüf olmamalı (https://www.etimolojiturkce.com). Biz de aslında terapi yolculuğumuzda özümüzü tanımaya ve gerçekleştirmeye, yaradılış amacımızı keşfedip bir bakıma yeniden doğmaya çalışıyoruz. Belki de bir parçası olduğumuz doğa ile günlük yaşantımızda, hayatımızda daha çok ilişki kurmamızın vakti gelmiştir. Doğanın döngüleri ile kendi döngülerimiz arasında keşfedilecek engin bir dünya olduğuna inanıyorum. Bu keşifte dışavurumcu sanatların kaynaklarını kullanmak ise bu süreci daha da anlamlandırıryor. Bu ilişkiyi doğa temelli dışavurumcu sanat terapisi üzerinden anlatmaya çalışacağım. Yaratıcı ifade ile dışavurulan duygular, estetik mesafenin yardımıyla kişiye kendi problem ve sorunlarına başka bir perspektiften bakma ve kendi kaynaklarını keşfederek yaratıcı çözümler farketme şansı verir. Kişi dışavurumcu sanat terapisinde kendini derinlemesine sorgulama, araştırma aracı olarak, farklı sanat dallarını ve yaratıcı ifadeyi kullanır. Doğaya farklı bir perspektiften bakmak da bize farklı kaynaklar sağlayabilir. Doğa temelli dışavurumcu sanatlarda, kendi yolculuğumuzda veya alan tuttuğumuz terapötik ilişkilerde, grup çalışmalarında özümüzü anlamaya, kendimizle, birbirimizle ve doğa ile ilişkimizi derinleştirmeye çalışırız. Ekoterapide terapötik ilişkiyi doğanın desteğiyle besleyebiliriz. Doğayı izleme, dinleme, hissetme gibi farklı boyutlarda ilişki kurulup, doğanın kendisi ve doğadan materyaller sürece dahil edilir. |
Bütüncül ve kaynak odaklı bir yaklaşım olan dışavurumcu sanat terapisinde fiziksel, zihinsel, duygusal, sosyal ve ruhsal süreçler ile çalışırız. İntermodal yaklaşımda, farklı sanat dallarında derinleşilir veya farklı sanat modaliteleri birbiri ardına kullanılır. Bütüncül bir bakış açısıyla bu süreçlerin birbirini doğrudan ve dolaylı olarak etkilediğini söyleyebiliriz. Bu süreçlere mekan ve doğayla ilişkimizi de ekleyerek bakmayı deneyebiliriz. Yaşadığımız yerde doğa ile bağlantı kuracağımız, kişiye özgü birçok bireysel ve kolektif aktivite düşünülebilir. Nasıl sanat terapisinde, terapist estetik bir algı, bilgi ve deneyim ile alan tutar, doğa temelli sanat terapisinde de, terapist ekolojik bir algı, bilgi ve deneyim geliştirmelidir.
Mekanla kurduğumuz ilişkiyi düşündüğümüzde, doğanın mekan olarak canlı bir varlık olduğunu hatırlayarak ilişki kurabiliriz. Doğadan obje, materyal toplarken doğadan izin alarak yapmamız gerekir. Bir çiçeği, yaprağı koparmak veya dalını kırmak yerine zaten yere düşmüş parçaları tercih edebiliriz ya da koparmamız gerektiğinde bunu belli bir duyarlılıkla yapabiliriz. Doğada sanat yaptığımızda doğaya zarar vermeyecek, kimyasal olmayan boyalar ve materyaller kullanmayı tercih ediyoruz. Topladığımız taş, deniz kabukları, yaprak gibi farklı doğal materyaller ile yapabileceğimiz çalışmalar arasında mandala, heykel, asa, maske yapımı gibi yaratıcı aktiviteleri sayabiliriz. Farklı bitki ve baharatlar ile yaptığımız boyaları (pancar, zerdeçal vs.) kullanabiliriz. Bize alan tutan mekandan ise ardımızda iz bırakmadan, onu onurlandırarak ayrılmaya özen göstermeliyiz.
Yaşadığımız yerde, şehrin göbeğinde de olsak, her gün yürüdüğümüz yolda bir ağaçla bağlantı kurmak, yolda karşımıza çıkan hayvanları, kuşları farketmek, penceremizden kuşlara yem vermek, bazen gün doğumunu ve batımını izlemek, gökyüzünü izlemek gibi en kalabalık şehirlerde de doğa ile bağımızı derinleştirecek kişiye özgü, sonsuz olanaklar var. Evimizde, ofisimizde adaçayı, tütsü yakabilir, doğal taşlar bulundurabilir, taze çiçekler, bitkiler yetiştirebiliriz. Yaşadığımız yere göre doğayla ilişkimizi, bağımızı arttırmaya gayret edebiliriz. Doğa yürüyüşleri yapabilir, doğada sessiz ve solo zaman geçirebiliriz. Bunun yanında şehirlerde yapılan bostanlar, okullarda yapılabilecek bostan ve bahçeler, parkların ve yeşil alanların çoğaltılması, hastanelerde, bakım evlerinde yeşil alanlar oluşturulması gibi adımlar atılabilir, topluluk etkinlikleri organize edilip, topluluk sanatları ile desteklenebilir. Doğa ile ilişkimizi derinleştirmek için günlük yaşantımızdaki tüketimimizi, eylemlerimizin bütünü ve yeryüzünü nasıl etkilediğini sorgulamak ve bilinçli bir şekilde dönüştürmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Sanat ve doğayla ilişkimizde gördüğüm bir benzerlik, modernleşme ile birlikte hakim sistemin yaratıcılığı ve doğayı yaşamımızdan bir parça olarak değil de sanki bizim dışımızda olgular gibi görüyor-gösteriyor olması. Nasıl dışavurumcu sanat terapileri sanatı, yaratıcılığı, imgelemeyi seyirci olarak değil aktif olarak deneyimlemeyi öneriyorsa, ekoterapide de doğayı dinlemek, yakından incelemek, görmek, aynalamak, sembollerini ve arketiplerini anlamlandırmak gibi yöntemler kullanırız. Nasıl görsel sanatları kullanırken farklı materyalleri keşfediyor, onları nasıl kullanacağımızı öğreniyorsak veya müzik odaklı çalışırken farklı ses, ritm, melodiler ve enstrümanlar ile tanışıyorsak, doğa temelli sanat terapisinde de doğanın döngüleri, farklı bitki örtüleri, yönler, elementler, hayvanlar, doğa imgeleri, doğa olayları gibi konularda derinleşiyoruz. Mevsimlerin, ayların, günlerin döngüleri olduğu gibi her birimizin de döngüleri, mevsimleri var. Doğayı gözlem, deneyimleme, aynalama gibi teknikler kullanarak, doğada anlamlı vakitler geçirerek bu teknikleri geliştirip, içselleştirebiliyoruz.
Farklı sanat modalitelerini kullanan dışavurumcu sanat terapisi üzerinden doğa temelli terapi yaklaşımlarına bakarsak orada da farklı modaliteler ve bunların birbiriyle uyumlanışını fark edebiliriz. Doğayla ilişkimizde görsel, işitsel, duyusal birçok katmanı barındırır. Bir doğa yürüyüşünde algılarımızı açarak, duyularımızı açarak hissetmenin iyileştirici bir etkisi olduğunu gözlemleyebiliriz. Doğayı izleyerek, kendimizle ve çevreyle ilgili bir içgörü geliştirebiliriz. Ondan yavaşlamayı, hızlanmayı, akmayı, yükselmeyi, dinlenmeyi öğrenebiliriz. Kırsalda yaşayan danışanlarıma sıklıkla kişilerin ihtiyacına göre değişen farklı tekniklerin kullanıldığı doğa yürüyüşü ödevleri veririm.
Ekoterapinin dışavurumcu sanatlar ile harmanlanması üzerine en çok faydalandığım kaynaklardan biri olan alanın öncülerinden Sally Atkins ve Melia Synder’ın yazdığı Nature Based Expressive Arts Therapy kitabında ekolojinin bilimsel yönünün ve felsefesinin yanında yeryüzü ile olan bağlantımıza ve Amerika yerlilerinin doğayla bağlantısına dair hikayelere de yer veriyor. Doğada uygulayabilecğimiz dışavurumcu sanat terapisi çalışmaları örnekleri veren kitapta aynı zamanda Kızılderili ritüel ve bilgeliklerinden örnekler veriyor.
Birçok kadim bilgelikte ve kültürlerde doğa odaklı bir yaklaşım olduğunu biliriz. Birçok eski şifa yöntemi doğadan aldığı ilham ile beslenir; yeryüzüne ve bütün canlılara saygılı, onları koruyan, gözeten, onurlandıran bir ilişki kurar. Mevsim geçişleri ile ilgili sembollere, hikayelere ve ritüellere bir çok farklı kültür ve felsefede rastlarız. En eski medeniyetlerin kalıntılarında (Mezopotamya, Göbeklitepe, Çatalhöyük) turna kuşundan, yılana, kaplana hayvan çizimleri ile karşılaşırız. Anadolu kültüründe de şamanizm doğa odaklı ritüelleri ve şifa yolları ile bilinir. Sufizmde hikayeler, şiirler ve ritüeller doğadan imgeler ile doludur. Yoga asanaları ilhamını hayvan figürleri ve doğa imgelerinden alır. Güneşe selam asanaların temelini oluşturur. Kızılderililer doğanın bir parçası oldukları bir ilişki ile doğaya hizmet ettikleri bir kültüre sahiptir. Elementler, kutsal bitkiler ile ritüeller yapılır, hayvan totemleri geleneklerinde önemli yer alır. Doğa temelli dışavurumcu sanat terapisininde de bu binlerce yıllık ilişkinin bütünlüğü içinde şimdi ve burada yoğunlaşırız. Doğanın bilgeliği, yaratıcı ifadenin derinliği ve kalpten paylaşım, anda birleşerek terapötik yolculuğumuzu besler.
Paylaşım
Tabiatta çok sık rastladığımız çember birçok kültürde kutsal bir formdur. Kadim bir iletişim şekli de olan çember birçok kültürde farklı şekillerde uygulanır. Birçok grup terapisi ve dışavurumcu sanat grubu da farklı teknikler ile çember yöntemini kullanır. Nature Based Expressive Arts Therapy kitabında da geçen İngilizce’de ‘way of council’ olarak anılan ve günümüze uyarlanan bir çember iletişim pratiğinde kalpten paylaşımın değeri vurgulanır. Birçok farklı popülasyonla, doğada vahşi yaşam inzivalarından, okullara, ekiplere farklı yerlerde kullanılabilen bu iletişim modelinde 4 temel anlaşma vardır. Kalpten konuşma, kalpten dinleme, konunun özünü doğrudan ifade etme ve spontenlik, önceden planlamadan konuşma. Genelde merkezde bir sunak ile ve konuşma objesi ile bir kolaylaştırıcı tarafından güvenli bir alan açılır. Bir iletişim amacı olarak çemberde hiyerarşi yoktur, herkes merkeze eşittir ve güvenli alan beraber oluşturulur. Herkes birbirini göz göze görür, birisi konuşurken yorum yapmadan, cevap vermeden, bölmeden sadece dinlenir, yargılarımız bir yana bırakılıp, can kulağı ile dinlenir. Konuşan kişi de ben diliyle, kelime kalabalığı yapmadan, konunun özüne inerek kendini spontan bir şekilde ifade eder. Grup terapilerinde olduğu gibi çemberde de gizlilik anlaşması yapılır ve çemberde konuşulanlar çemberde kalır. Çember pratik ile geliştirilen ve bazen her gruba özgü dinamikleri olan yaşayan bir iletişim şeklidir. Biliriz ki çember doğasının gereği, aynı teknik ve anlaşmalar olsa da, dışavurumcu sanat gruplarında olduğu gibi anda şekillenir, hiç bir çember bir başkasının aynısı olmaz. Dışavurumcu sanatlar seansı gibi olacaklar sürprizdir ve sürece güvenilir. Düzenli bir pratiğe dönüşebilen çember tekniğinin felsefe ve uygulanışını kişi odaklı terapinin ilkeleri ile çok yakın olduğunu düşünüyorum. Doğada (açık alanlar, kamplar, inzivalar) yapılan çember tekniği ile dışavurumcu sanatlar ile birleştirildiğinde hepsinin gücünün birbirinden beslendiği çok etkileyici, dönüştürü, iyileştirici bir alan açılıyor.
Günümüzde dünyanın birçok yerinde ekoloji, psikoloji ve sanatın birbirinden beslendiği yeni akımlar ortaya çıkıyor. Eğitimde doğa ve yaratıcılık temelli modeller oluşuyor. Türkiye’de ise ekopsikoloji çok yeni araştırılmaya ve deneyimlenmeye başlanmış bir kavram ve daha çok doğaseverler ve ekoloji ile ilgilenenler arasında kalabiliyor. Doğa temelli eğitime dair oluşumlar başlamış olsa da çok yeni bir alan. Doğanın insan hayatıyla, toplumla, yaşam ile ilişkisi henüz Türkiye’de psikoloji dünyasında pek yer edinmeye başlamadı. Toplumsal ve kültürel faktörleri de göz önünde tutarak daha çok geliştirilmesine, farklı disiplinler ile beslenmesine çok ihtiyaç var.
Bunları yazarken birkaç gün önce baharın gelişini müjdeleyen ilk cemre havaya düştü. Gündüzleri daha çok açık havada limon, portakal, günlük (sığla) ağaçları içinde, çam ağaçları ile dolu bir vadide, kışın soğunu hissettiğimiz geceleri ise ateş yakarak, soba başında geçiriyoruz. Bugün komşumla ilk cemre ile beraber geri dönmüş kırlangıçlara sevindik. Kırsala göçüşümden 6 yıl sonra bir yandan iklim krizine, doğanın tahribatına yakından şahit olmaya devam ederken, en içten doğanın, sanatın, paylaşımın iyileştici gücüne inanarak yazıyorum. İnanıyorum ki kendimize, birbirimize ve doğaya içten bir ilgiyle, duyarlılıkla yaklaşmaya, uyumlanmaya gayret edersek hem kendimizle, hem birbirimizle, hem de parçası olduğumuz yeryüzü ile barış içinde yaşayabiliriz. Doğayla var oluş kadar eski ilişkimizi ve yeryüzünün aslında bize jeneresyonlardır alan tutan evimiz olduğunu hep hatırlamak dileğiyle. A’ho.
Kaynaklar
Doğadaki Son Çocuk - Richard Louv, Çevirmen: Ceyhan Temürcü, Tübitak Yayınları
Eco-Art Therapy: Creative Activities that Let Earth Teach - Theresa Sweeney
Ekofobiyi Aşmak, Doğa Eğitiminde Kalbin Yeri- David Sobel, çevirmen İlknur Urkun Kelso, Yeni İnsan Yayınevi
Gizli Bahçe - Frances Hodgson Burnett (çocuk romanı), çevirmen: Arda Tay, Kabalcı Yayınları
Nature-Based Expressive Arts Therapy: Integrating the Expressive Arts and Ecotherapy, Jessica Kigsley Publishers
https://en.wikipedia.org/wiki/Ecopsychology
https://waysofcouncil.net/the-council-path/
https://naturewisdom.life/the-way-of-council/
http://www.heart-source.com/council/way_of_council_page.html