Sanat Psikoterapileri Derneği’nin Düzenlediği “Sanatçıyla Buluşma Atölyeleri”, Sanatçı Mustafa Horosan ile Röportaj
Uzm. Psk. Dan. Fulya Kurter
Sanat Psikoterapileri Derneği olarak, sanat psikoterapisinin araçlarıyla çalışan ruh sağlığı uzmanlarına, sergilemesi gereken temel özelliklerin (yargılayıcılıktan uzaklık, iyi dinleyici olma, sessiz tanıklık…vb.) yanısıra, sanatla yakından ilişki içinde olmak, sanatın farklı form, anlatı yollarına açık olmak ve yaratım sürecini deneyimliyor olmak amacıyla, “Sanatçıyla Buluşma Atölyeleri” düzenlemeye karar verdik. Bu atölyelerin ilkini 3o yılı aşkın süredir görsel sanatlar konusunda çalışmalarını sürdüren, sayısız ulusal ve uluslararası platformdaki sergilerinden tanıdığımız; aynı zamanda bildiğini paylaşmayı “sosyal bir görev” olarak gören Mustafa Horasan’la, sanatçının “deneysel mekanında”, atölyesinde gerçekleştirdik. Atölyeye katılamayanları da düşünerek, programı organize eden Uzm. Psk. Dan. Fulya Kurter Horasan'la bir söyleşide yeniden bir araya geldi.
FK: Atölye günü yaratım sürecince düşünceyi devre dışı devre bırakmaktan, temanın veya malzemenin bizi bulmasına izin verebilmekten bahsetmiştik biraz bunun hakkında konuşabilir misiniz? MH: Yaratım süreci çok karmaşık bir süreç. Bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok şeyi, insana dair duyguları ve bilgiyi barındırıyor. Bildiğimiz ve öğrendiklerimiz var, yola çıktıklarım var, ama bunların hiç biri kesin değil. Sanat yapmak veya üretim yapmak diyelim, sürecin cazibesi bu sihirli alana dalmak, kendimin ve hayatın bilmediğim taraflarıyla yan yana gelebilmek, insan olmanın getirdiklerini, farklı zaman içindeki duyguları üretirken tadabilmek… Bunun için ise kapıları açabilmek gerekiyor. FK: Açıklığa gelebilmek gerekiyor. "Açıl" deyince açılmıyor. MH: Evet açılmıyor. Her birimizin farklı metotları ve ritüelleri var beyni devre dışı bırakmak için. Picasso’nun lafı çok güzeldir. “Çocukluğumdaki yaptığım sanatı, çizimi yakalamak için 30 yıldır uğraşıyorum” diyor. Çevreyle, eğitimle, o kadar çok şeyle donanıyoruz ki, sonradan, bir süre sonra saflığımız gitmeye başlıyor. Tecrübe denilen şey aslında biraz da artık hata yapmama, şaşırmama, artık inanmama... Artık, artık, artıklar... İşte bunlar bir süre sonra bizi kemikleştiriyor. Ama sanat yapmak kemikleşerek yapılacak bir şey değil. FK: Bildiğimizi düşünüp, bir şeyi kenara koyup, dondurmuş oluyoruz sanki o zaman. MH: Kendini yıkman lazım. Üzüntülere, sevinçlere, duygulanımlara açık olmak gerekiyor. Korkmaman gerekiyor. FK: Risk almak gerekiyor. MH: Duygularından kendi halinden korkmaman gerekiyor. Üretim anında stabil olmadığını, çok dip ve yukarıda olmanın doğal olduğunu bilmek gerekiyor. Akıl tabi ki bazen yardımcı olabilir. Ama benim gibi sezgisel çalışanlar, malzemenin kendisine olanak tanıyanlar için farklı… |
FK: Kontrolcülükle- bırakmak arasındaki yerle ilgili biraz da…
MH: Baştan sona belirleyen, tamamen matematiğini ortaya koyan sanatçılar da var ama onlar da masa başı aşamada kontrolden çıkıyor olabilir. Ben tam tersi olabilirim masa başında disiplinli olabilirim. Sonra kontrolden çıkabilirim. Bilmem, şimdi bunu böyle düşünüyorum. Böyle olabilir.
FK: Sizi dinlerken terapistin oluşu, bununla ilgilenmesinin önemi aklıma geliyor. Bizler için de eğitimler bazen kendi gerçek halimizde olmamamızı sınırlayan hale dönüşebiliyor. Bilginin dezavantaja dönüştürdüğü yerler oraları, diğeriyle gerçek buluşmayı zorlaştıran…
MH: Teknik bir şeye dönüşüyor o zaman süreç, elbette ona da ihtiyaç var ama onun ötesi…
FK: İyileştirici olan da teknikten çok öte...
MH: O gün atölyeden arkadaşlar da bahsetmişti. Terapiyle sanatın çok yakın noktaları var sanırım. Sizden sonra birkaç arkadaşımla da bunun üzerine konuştum. Belki dünyayla olan meselelerimizi, obsesyonlarımızı, sevgilerimizi dünyayla ilişkimizi böyle kuruyoruz; bir iş üreterek kuruyoruz. İçeride ne olduğunu, o meseleyi o içerisi biliyor. Ama bunu sözle anlatmanın imkanı yok benim için. Bir yazar bunu belki çok iyi yapabilir, ben ise boyalarla yapabiliyorum.
FK: Baktığın, gördüğün kişiden korkmamaktan bahsettiniz. Bu görüşe ne denli sahip çıktığınızı bizimle yaptığınız çalışma da gösterdi sanki, uygulama için seçtiğimiz temadan bahsediyorum. Kendi yaşlılığımızı çizmek… Bu güçlü bir karşılaşma oldu.
“Youth” (Gençlik) filminin de etkisi halen üzerimde sürmekteydi, onun ardından "hadi bakalım, yaşlılığınla buluş" gibi...
MH: Sert bir tema. Kimsenin tasavvur etmek istemediği yaşlanma hali, ölüm hali, göçme hali, yaşlılık halini biraz içselleştirmek, yaşlılığın çok da ayıp bir şey olmadığını, hepimizin mecburen oraya geleceğini göstermekti biraz da amacım.
FK: Herbirimizin yaşlılık haliyle ilgili tasvirindeki farkları görmek çok etkileyiciydi. Merkezimiz kesinlikle sanatsal performans olmamasına ragmen, ifadelerimizin, duygu ve algımızın farkı çok şey uyandırdı. Bunu gerçekleştirebilmemiz içinse, rahat çalışabileceğimiz malzemeler verdin bize, organik diyebileceğimiz malzemeler verdiniz. Bu çok önemliydi. Dahil olabilmemizi kolaylaştırdı.
MH: Ağaç boyasıyla çalıştınız. Ellerinizle girebiliyordunuz. Çok sihirli bir boya… Malzeme önemlidir, çünkü sana yol veriyor; devam etmene yardım ediyor. Bazı malzemeler ise çok zordur. Örneğin ıhlamur ağacını rahat yontarsın ama ilk günden çamı yontmaya başlarsan, ona bir toslarsan hayat boyu yontmayabilirsin. Malzeme böyle bir şeydir.
FK: Ayrıca başlangıcımız da bir o kadar anlamlıydı. Beyaz pastellerle yazdığımız kelimelerimiz vardı. Ama sonra birden bir hamleyle görünür oldular.
MH: Beyazın üzerine yazmak, herşeyi gizli gizli yapabileceğini düşünmek, sonra su yüzüne çıkmak, sonra o duyguyla kalmak… Herkesten gizlendiğini düşünerek başlamak, sonra su yüzüne çıkmak... Tam da hayatın girdapları gibi…
FK: Sonunda ise kendi yaptığımızla bir başkasının resmi/yüzü buluştu.
MH: Birleştirmek, yeni inşa etmek, başkasından yol alarak kendin olmak, bir başkasından beslenerek kendinden vazgeçmek… Kim yapan? Kim birleştiren? Kafa oyalayıcı bir yanı vardı ama tam istediğim iyi bir bir sonlandırma değildi. En güzeli herkesin yaptığı şeyi paramparça etmesiydi; herkesin yaptığını yok etmesiydi. Hatta benzin döküp yakmak ortada güzel olurdu; daha kesin bir sonuç olurdu. Yaptık, o kadar uğraştık evet ama tamam bitti, yaptığını ulvileştirmeden…
FK: “Evet, yüzleştim alman gerekeni aldım" gibi…
MH: Üç saatte çok şey yaptık aslında. Bir günlük ders gibiydi. Bireylerin üretim biçiminden de çok bilgi aldığımı söyleyebilirim. Karakterler hakkında vesaire bunu görmek mümkündü. Kişi nasıl bir hal içinde resim yapıyor, hangi duygu ve tutumla yaklaşıyor… Her duygunun, çizginin bende bir karşılığı var çünkü... Boyanın duygusu, işin aurası dediğimi şey de tam budur; işin enerjisi sana geçiyorsa üreten kişinin enerjisi işe geçtiğindendir. Bazen işin aurası çok güçlü olur, bazen ise yırtıp atarsın. Geçen gün 25 yıllık işlere baktım, “bu”, dedim “olmamış". Yırttım, attım ekonomik hiç bir şey düşünmeden: Güzeldi… Bazısını ise yeniden boyayayım dedim.
FK: Her kullandığınız kelime farklı metaforlar uyandırıyor. 25 yıl deyince, geçmişle ilgili bir şeyleri kenara koyabilmek, terapötik yolculuğu düşününce ne kadar da anlamlı... Yeni bir şey oluşturabilmek için yıkabilme gücüne sahip olabilmek, bağlanmamak, tutunmamak, büyümek için gereken çok şey söylüyor.
MH: Bu konuda bizim toplum olarak çok konfirmist ve tanımlayıcı bir yapımız var. Belki çok kültürlü, çok katmanlı yaşamamızdan, biraz göçebe toplum olmamızdan kişiler çok kolay tanımlamak istiyor herşeyi. Tanım üzerinden rahat etmek istiyor. Görüyorum bunu. Benim için iyi mi kötü mü? Şöyle mi böyle mi benim için, "hemen bileyim" ihtiyacı… Bir tarafa geçmek istiyorum hemen. Ondan hep çok tektip üretim yapan, üretim sürecinde risk almayan bazı sanatçılar bu ülkede çok ciddi terfi edebiliyor sırf bu yüzden. Çünkü çok kolay tanımlanabiliyorlar. Risk yok, alan için risk yok… Garanti bir şeyden bahsediyoruz ama kimse garanti veremez, kimse vermemeli. Onun heyecanı da yok zaten… "İçindeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürsün" diye bir sergi yapmıştım. İnsanın içinde her şeyin olduğunu farkettiğim bir dönemdi. Bir tarafımız milliyetçi, bir tarafımız ateist, bir tarafımız dindar, bir tarafımız komünist…
FK: Bir tarafımız faşist…
MH: O kadar kozmopolit insanlar görüyorum ki ayağında Nike ayakkabı, başörtülü, bir yandan da komünist... Bu da güzel bir şey aslında ne kadar farklı yerlere gidebileceğimizin göstergesi… Tektipleştiremezsin insanı, bunu yapmaya çalışan iktidarlar bir şekilde yıkıldı. İnsan doğası buna müsait değil...
FK: Son olarak belki bu çalışmadan sonra sanat ve psikoterapi ilişkisi üzerine daha çok düşündüğünüzü ilettiniz. Neler uyandı sizde? O gün bize bazı temaların sizi bulduğundan, çocukluğunuzdan bu yana olan sizi var eden belirli temalardan bahsetmiştiniz; elbette düşünerek yapmadığınız...
MH: Evet sonradan tekrar buluştuğunda dışarıdan aldığın verilerle bakıyorsun ki, "Allahallah neden bu kadar çok balık yapıyorum? Neden bu kadar grotesk işlere takıldım?” diyorsun örneğin. Ekşi sözlükte biri benim için karanlık ressam demiş. Oysa beni tanıyan biri asla böyle bir şey demez. Bütün bunların toplamında içindeki karanlık-aydınlık meselesi, görünenle görünmeyen arasındaki gitgeli anlamakla geçiyor bazen. Bazen de hiç sorgulamamak, böyle güzel… Bunu kalkıp düzeltmek ya da bunu kalkıp normalleştirmek doğru gelmiyor.
FK: Niye normalleşsin ki zaten? İkisinin yan yanalığını kabul etmek kadar normal olan bir şey yok sanki...
MH: Onu farkedince, içimde olanların tek başına olmadığını farkettim. Hepsi beraber yaşıyorlar. Zaman zaman onlar, zaman zaman bunlar ortaya çıkıyor.
FK: Bazı sanat terapileri çalışmalarında Jung’un terimiyle “gölgeyle buluşma” çalışmaları yapılır. Dışladığımız tarafla, görmek istemediğimiz tarafla buluşma halimiz… Sizdeki bir çok sanatçıda olduğu gibi “hadi bakalım neyse görelim” duruşu çok yakın geldi. Yer altı ve yer üstü, her ikisi de var… Bizim ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak ihtiyacımızın da bu olduğunu düşünüyorum.
MH: Tam da buna örnek vereceğim, sanatçıdan beklenen de zaten insanın özündeki her türlü pisliği, güzelliği, aklına gelebilecek her türlü şeyi yalın, temiz ve pür bir biçimde sunabilmek… Şimdi Yüksel Aslan- Ferid Edgü’nün mektuplarını okuyorum. Akıl hastanesine gidip gelmiş şairlerle ilgili bir seri yapıyor ve nasıl delirdiklerini, bazılarının da, hayatlarındaki şiirlerle hayatlarında neler yaptıklarını, nasıl deli taklidi yaptıklarını ya da hayatlarına neler kattıklarını… Bizler aslında bıçak sırtında bir yerde çalışıyoruz. Enerjisi yüksek olan sanatçıların durumu daha da göz önünde olduğu için de böyle olabilir ama yaptığımız iş de buna yol açan bir iş… Yaratma sürecinin sonunda bazen çok yüksek bir motivasyon, bir orgazm yaşıyorsun, bir şeylere çare bulma gibi tanrısal bir süreç… Anlatması da kolay değil bunu… Onu yakladığın an bunun bağımlısı olmaya başlıyorsun. O duygu yerleşiyor, hep onu arıyorsun. Çok tehlikeli bir şey aslında... Duygunun salınımıyla oynamak... O duygunun peşinde koşuyorsun, o gerçekleşmediği zaman üretimin de olmuyormuş gibi geliyor. Bazen de oluyor; sen de farketmeyebilirsin. Her zaman o duyguya çıkamayabilirsin. O bağımlılık yaratan bir duygu, o da yorucu bir şey... Akılla, duygu arasında geliş gidiş çok süratli olan bir şey... O süratle denge yitebiliyor. Meslek hastalığı diyebiliriz, normal yani… Örneğin bir operatör, teknikerin, rutin iş yapan birinin, burada bize kahve servisi yapan kişinin o şekilde kendinden geçerek işini yapmasını bekleyebilir misin? Ya da her gün öyle olamaz. Öyle garsonu da biz istemeyiz. Ne o "bir gün öyle, bir gün böyle" deriz.
Bilim adamları da böyle... Araştırmalar yapmışsın, uğraşmışsın, değişik bir haz… Dünyaya bir şeyler bırakmışsın; çok yüksek bir haz… Tehlikeli bir şey, “overdose”gibi...
FK: Dışına çıkıp "bir dakika bu ara tehlikeli" demek de koruyucu aslında, tamamen kaptırmamak, sınırılarda dolaşmak ve bir yandan bunu bilmek...
MH: Ondan arada saçma şeyler yapmak lazım… Kafanı dağıtacak şeyler lazım…
FK: Tek bir şeyle sınırlı kalmamak lazım, herbirimiz için böyle…
MH: Obsesif alanın oluyor senin. Orada, o alanda sorunu orada çözemiyorsun. Eğer kürek çekmeyi biliyorsan, işyerinde kafana takılan bir problemi kürek çekerken çözebilirsin. Ya da çok iyi kürekçisindir; o zaman başka bir şey yaparken çözebilirsin.
FK: Ütü yaparken?
MH: Mesela... Bu şart… Takılıyor beyin yoksa.
MH: Baştan sona belirleyen, tamamen matematiğini ortaya koyan sanatçılar da var ama onlar da masa başı aşamada kontrolden çıkıyor olabilir. Ben tam tersi olabilirim masa başında disiplinli olabilirim. Sonra kontrolden çıkabilirim. Bilmem, şimdi bunu böyle düşünüyorum. Böyle olabilir.
FK: Sizi dinlerken terapistin oluşu, bununla ilgilenmesinin önemi aklıma geliyor. Bizler için de eğitimler bazen kendi gerçek halimizde olmamamızı sınırlayan hale dönüşebiliyor. Bilginin dezavantaja dönüştürdüğü yerler oraları, diğeriyle gerçek buluşmayı zorlaştıran…
MH: Teknik bir şeye dönüşüyor o zaman süreç, elbette ona da ihtiyaç var ama onun ötesi…
FK: İyileştirici olan da teknikten çok öte...
MH: O gün atölyeden arkadaşlar da bahsetmişti. Terapiyle sanatın çok yakın noktaları var sanırım. Sizden sonra birkaç arkadaşımla da bunun üzerine konuştum. Belki dünyayla olan meselelerimizi, obsesyonlarımızı, sevgilerimizi dünyayla ilişkimizi böyle kuruyoruz; bir iş üreterek kuruyoruz. İçeride ne olduğunu, o meseleyi o içerisi biliyor. Ama bunu sözle anlatmanın imkanı yok benim için. Bir yazar bunu belki çok iyi yapabilir, ben ise boyalarla yapabiliyorum.
FK: Baktığın, gördüğün kişiden korkmamaktan bahsettiniz. Bu görüşe ne denli sahip çıktığınızı bizimle yaptığınız çalışma da gösterdi sanki, uygulama için seçtiğimiz temadan bahsediyorum. Kendi yaşlılığımızı çizmek… Bu güçlü bir karşılaşma oldu.
“Youth” (Gençlik) filminin de etkisi halen üzerimde sürmekteydi, onun ardından "hadi bakalım, yaşlılığınla buluş" gibi...
MH: Sert bir tema. Kimsenin tasavvur etmek istemediği yaşlanma hali, ölüm hali, göçme hali, yaşlılık halini biraz içselleştirmek, yaşlılığın çok da ayıp bir şey olmadığını, hepimizin mecburen oraya geleceğini göstermekti biraz da amacım.
FK: Herbirimizin yaşlılık haliyle ilgili tasvirindeki farkları görmek çok etkileyiciydi. Merkezimiz kesinlikle sanatsal performans olmamasına ragmen, ifadelerimizin, duygu ve algımızın farkı çok şey uyandırdı. Bunu gerçekleştirebilmemiz içinse, rahat çalışabileceğimiz malzemeler verdin bize, organik diyebileceğimiz malzemeler verdiniz. Bu çok önemliydi. Dahil olabilmemizi kolaylaştırdı.
MH: Ağaç boyasıyla çalıştınız. Ellerinizle girebiliyordunuz. Çok sihirli bir boya… Malzeme önemlidir, çünkü sana yol veriyor; devam etmene yardım ediyor. Bazı malzemeler ise çok zordur. Örneğin ıhlamur ağacını rahat yontarsın ama ilk günden çamı yontmaya başlarsan, ona bir toslarsan hayat boyu yontmayabilirsin. Malzeme böyle bir şeydir.
FK: Ayrıca başlangıcımız da bir o kadar anlamlıydı. Beyaz pastellerle yazdığımız kelimelerimiz vardı. Ama sonra birden bir hamleyle görünür oldular.
MH: Beyazın üzerine yazmak, herşeyi gizli gizli yapabileceğini düşünmek, sonra su yüzüne çıkmak, sonra o duyguyla kalmak… Herkesten gizlendiğini düşünerek başlamak, sonra su yüzüne çıkmak... Tam da hayatın girdapları gibi…
FK: Sonunda ise kendi yaptığımızla bir başkasının resmi/yüzü buluştu.
MH: Birleştirmek, yeni inşa etmek, başkasından yol alarak kendin olmak, bir başkasından beslenerek kendinden vazgeçmek… Kim yapan? Kim birleştiren? Kafa oyalayıcı bir yanı vardı ama tam istediğim iyi bir bir sonlandırma değildi. En güzeli herkesin yaptığı şeyi paramparça etmesiydi; herkesin yaptığını yok etmesiydi. Hatta benzin döküp yakmak ortada güzel olurdu; daha kesin bir sonuç olurdu. Yaptık, o kadar uğraştık evet ama tamam bitti, yaptığını ulvileştirmeden…
FK: “Evet, yüzleştim alman gerekeni aldım" gibi…
MH: Üç saatte çok şey yaptık aslında. Bir günlük ders gibiydi. Bireylerin üretim biçiminden de çok bilgi aldığımı söyleyebilirim. Karakterler hakkında vesaire bunu görmek mümkündü. Kişi nasıl bir hal içinde resim yapıyor, hangi duygu ve tutumla yaklaşıyor… Her duygunun, çizginin bende bir karşılığı var çünkü... Boyanın duygusu, işin aurası dediğimi şey de tam budur; işin enerjisi sana geçiyorsa üreten kişinin enerjisi işe geçtiğindendir. Bazen işin aurası çok güçlü olur, bazen ise yırtıp atarsın. Geçen gün 25 yıllık işlere baktım, “bu”, dedim “olmamış". Yırttım, attım ekonomik hiç bir şey düşünmeden: Güzeldi… Bazısını ise yeniden boyayayım dedim.
FK: Her kullandığınız kelime farklı metaforlar uyandırıyor. 25 yıl deyince, geçmişle ilgili bir şeyleri kenara koyabilmek, terapötik yolculuğu düşününce ne kadar da anlamlı... Yeni bir şey oluşturabilmek için yıkabilme gücüne sahip olabilmek, bağlanmamak, tutunmamak, büyümek için gereken çok şey söylüyor.
MH: Bu konuda bizim toplum olarak çok konfirmist ve tanımlayıcı bir yapımız var. Belki çok kültürlü, çok katmanlı yaşamamızdan, biraz göçebe toplum olmamızdan kişiler çok kolay tanımlamak istiyor herşeyi. Tanım üzerinden rahat etmek istiyor. Görüyorum bunu. Benim için iyi mi kötü mü? Şöyle mi böyle mi benim için, "hemen bileyim" ihtiyacı… Bir tarafa geçmek istiyorum hemen. Ondan hep çok tektip üretim yapan, üretim sürecinde risk almayan bazı sanatçılar bu ülkede çok ciddi terfi edebiliyor sırf bu yüzden. Çünkü çok kolay tanımlanabiliyorlar. Risk yok, alan için risk yok… Garanti bir şeyden bahsediyoruz ama kimse garanti veremez, kimse vermemeli. Onun heyecanı da yok zaten… "İçindeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürsün" diye bir sergi yapmıştım. İnsanın içinde her şeyin olduğunu farkettiğim bir dönemdi. Bir tarafımız milliyetçi, bir tarafımız ateist, bir tarafımız dindar, bir tarafımız komünist…
FK: Bir tarafımız faşist…
MH: O kadar kozmopolit insanlar görüyorum ki ayağında Nike ayakkabı, başörtülü, bir yandan da komünist... Bu da güzel bir şey aslında ne kadar farklı yerlere gidebileceğimizin göstergesi… Tektipleştiremezsin insanı, bunu yapmaya çalışan iktidarlar bir şekilde yıkıldı. İnsan doğası buna müsait değil...
FK: Son olarak belki bu çalışmadan sonra sanat ve psikoterapi ilişkisi üzerine daha çok düşündüğünüzü ilettiniz. Neler uyandı sizde? O gün bize bazı temaların sizi bulduğundan, çocukluğunuzdan bu yana olan sizi var eden belirli temalardan bahsetmiştiniz; elbette düşünerek yapmadığınız...
MH: Evet sonradan tekrar buluştuğunda dışarıdan aldığın verilerle bakıyorsun ki, "Allahallah neden bu kadar çok balık yapıyorum? Neden bu kadar grotesk işlere takıldım?” diyorsun örneğin. Ekşi sözlükte biri benim için karanlık ressam demiş. Oysa beni tanıyan biri asla böyle bir şey demez. Bütün bunların toplamında içindeki karanlık-aydınlık meselesi, görünenle görünmeyen arasındaki gitgeli anlamakla geçiyor bazen. Bazen de hiç sorgulamamak, böyle güzel… Bunu kalkıp düzeltmek ya da bunu kalkıp normalleştirmek doğru gelmiyor.
FK: Niye normalleşsin ki zaten? İkisinin yan yanalığını kabul etmek kadar normal olan bir şey yok sanki...
MH: Onu farkedince, içimde olanların tek başına olmadığını farkettim. Hepsi beraber yaşıyorlar. Zaman zaman onlar, zaman zaman bunlar ortaya çıkıyor.
FK: Bazı sanat terapileri çalışmalarında Jung’un terimiyle “gölgeyle buluşma” çalışmaları yapılır. Dışladığımız tarafla, görmek istemediğimiz tarafla buluşma halimiz… Sizdeki bir çok sanatçıda olduğu gibi “hadi bakalım neyse görelim” duruşu çok yakın geldi. Yer altı ve yer üstü, her ikisi de var… Bizim ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak ihtiyacımızın da bu olduğunu düşünüyorum.
MH: Tam da buna örnek vereceğim, sanatçıdan beklenen de zaten insanın özündeki her türlü pisliği, güzelliği, aklına gelebilecek her türlü şeyi yalın, temiz ve pür bir biçimde sunabilmek… Şimdi Yüksel Aslan- Ferid Edgü’nün mektuplarını okuyorum. Akıl hastanesine gidip gelmiş şairlerle ilgili bir seri yapıyor ve nasıl delirdiklerini, bazılarının da, hayatlarındaki şiirlerle hayatlarında neler yaptıklarını, nasıl deli taklidi yaptıklarını ya da hayatlarına neler kattıklarını… Bizler aslında bıçak sırtında bir yerde çalışıyoruz. Enerjisi yüksek olan sanatçıların durumu daha da göz önünde olduğu için de böyle olabilir ama yaptığımız iş de buna yol açan bir iş… Yaratma sürecinin sonunda bazen çok yüksek bir motivasyon, bir orgazm yaşıyorsun, bir şeylere çare bulma gibi tanrısal bir süreç… Anlatması da kolay değil bunu… Onu yakladığın an bunun bağımlısı olmaya başlıyorsun. O duygu yerleşiyor, hep onu arıyorsun. Çok tehlikeli bir şey aslında... Duygunun salınımıyla oynamak... O duygunun peşinde koşuyorsun, o gerçekleşmediği zaman üretimin de olmuyormuş gibi geliyor. Bazen de oluyor; sen de farketmeyebilirsin. Her zaman o duyguya çıkamayabilirsin. O bağımlılık yaratan bir duygu, o da yorucu bir şey... Akılla, duygu arasında geliş gidiş çok süratli olan bir şey... O süratle denge yitebiliyor. Meslek hastalığı diyebiliriz, normal yani… Örneğin bir operatör, teknikerin, rutin iş yapan birinin, burada bize kahve servisi yapan kişinin o şekilde kendinden geçerek işini yapmasını bekleyebilir misin? Ya da her gün öyle olamaz. Öyle garsonu da biz istemeyiz. Ne o "bir gün öyle, bir gün böyle" deriz.
Bilim adamları da böyle... Araştırmalar yapmışsın, uğraşmışsın, değişik bir haz… Dünyaya bir şeyler bırakmışsın; çok yüksek bir haz… Tehlikeli bir şey, “overdose”gibi...
FK: Dışına çıkıp "bir dakika bu ara tehlikeli" demek de koruyucu aslında, tamamen kaptırmamak, sınırılarda dolaşmak ve bir yandan bunu bilmek...
MH: Ondan arada saçma şeyler yapmak lazım… Kafanı dağıtacak şeyler lazım…
FK: Tek bir şeyle sınırlı kalmamak lazım, herbirimiz için böyle…
MH: Obsesif alanın oluyor senin. Orada, o alanda sorunu orada çözemiyorsun. Eğer kürek çekmeyi biliyorsan, işyerinde kafana takılan bir problemi kürek çekerken çözebilirsin. Ya da çok iyi kürekçisindir; o zaman başka bir şey yaparken çözebilirsin.
FK: Ütü yaparken?
MH: Mesela... Bu şart… Takılıyor beyin yoksa.