“SPD SOHBETLERİ ''
Funda Sancar Yılmaz - Uzman Klinik Psikolog, Dışavurumcu Sanat Terapisi Uygulayıcısı, SPD Sohbetleri Koordinatörü
Sanat ve psikoterapi kelimeleri yan yana geldiğinde, her ikisini de içeren ve aynı zamanda ayrıştıran ya da ön plana çıkaran bazı özellikler görürüz. Sanat psikoterapisinin, sanatla paylaştığı yegâne temel özellik, sanatın ortaya çıkış süreci, yani yaratıcı süreçtir. Yaratıcı sürecin içinde olansa insandır.
Yaratıcılığın tarihler boyu insana eşlik ettiğini mağara resimlerinden günümüze dek görmek mümkün. Farklı formlarda ve aslında gündelik hayatın birçok yerinde karşımıza çıkan yaratıcılık, bizi besleyen ve varoluşun belirsizliğine, tekinsizliğine karşı yaşamla bağ kurabilmemizi sağlayan ayrılmaz bir parçamız gibidir. Tam da bu sebeplerden dolayı yaratıcı süreç, sanat psikoterapilerinin odağına aldığı, vazgeçilmez bir ögesidir. Yaratıcı süreç; sanat psikoterapilerinin bütünleştirme, dönüştürme ve onarma amaçlarına hizmet eder.
Yaratıcı sürecin içerisine girdiğimizde, sonuçtan ziyade süreçte kalabilmemiz kolaylaşır ve yaşama akışkan bir şekilde katılımımız, güven hissimiz ve kontrol alanımızın olabildiği bir zemin sağlanır. Belki de bu yüzden, her zorlu durumda bir parça daha görünür olan yaratıcılık, pandemiyle birlikte çevremizde daha da rastladığımız bir özellik oldu. Yaratıcılık bir gerilimden oluşur ve aslında pandemi sürecinde de böyle bir gerilime toplumca tanık olduk ve bu gerilimi farklı şekillerde deneyimledik.
Sanat psikoterapisinin yanı sıra uzmanların ve sanatçıların odağında olan yaratıcı süreci kendilerinden dinlemek bizlere bu sürecin özgül ve ortak yanlarını anlamamız için ilham veriyor. Bu yüzden, yaratıcılığı evlerimize taşıdığımız pandemi döneminde, SPD Sohbetleri başlığıyla uzman ve sanatçılardan kendi yaratıcı süreçlerini dinlemek istedik. Instagram hesabımız @sanatpsikoterapileri üzerinden yaptığımız canlı yayın sohbetlerimizle, sizlerin mekanına konuk olmaya ve bu sohbetleri ulaşılabilir kılmaya niyet ettik. Bu zorlu süreçte değerli uzmanlar ve sanatçılar; kendi deneyimlerini ve yaratıcı süreçlerini anlatarak bizlere destek oldular.
Bir ürün, masamıza gelene kadar acaba nasıl süreçlerden geçti, bu soruyu o ürünü yaratan sanatçılara ve kendi çalışmalarını icra eden uzmanlara sorma imkânı her zaman karşımıza çıkamıyor. Pandemiden önce gerçekleştirdiğimiz Sanatçıyla Buluşma ve Uzmanla Buluşma etkinlikleriyle buna alan açıyorduk. 2020 yılında gerçekleştirdiğimiz SPD Sohbetleri etkinliklerimizin de bize bu anlamda bir ara alan açtığını düşünüyoruz.
Sohbetlerden bazı kesitleri e-bültenimizde sizlerle paylaşırken sanatçı ve uzmanlarımıza bir kez daha değerli katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz…
Sohbetlerin kayıtlarına @sanatpsikoterapileri Instagram hesabımızdan ve Sanat Psikoterapileri Derneği Youtube kanalımızdan ulaşabilirsiniz.
SPD Sohbetleri Düzenleme Kurulu
Funda Sancar Yılmaz
Duygu Seda Tomru
Cemal Acet
Asuman Aktüy
Aytül Hasaltun Bozkurt
Moderatörler : Funda Sancar Yılmaz- Cemal Acet
Deşifre : Funda Sancar Yılmaz - Aytül Hasaltun Bozkurt
Yaratıcılığın tarihler boyu insana eşlik ettiğini mağara resimlerinden günümüze dek görmek mümkün. Farklı formlarda ve aslında gündelik hayatın birçok yerinde karşımıza çıkan yaratıcılık, bizi besleyen ve varoluşun belirsizliğine, tekinsizliğine karşı yaşamla bağ kurabilmemizi sağlayan ayrılmaz bir parçamız gibidir. Tam da bu sebeplerden dolayı yaratıcı süreç, sanat psikoterapilerinin odağına aldığı, vazgeçilmez bir ögesidir. Yaratıcı süreç; sanat psikoterapilerinin bütünleştirme, dönüştürme ve onarma amaçlarına hizmet eder.
Yaratıcı sürecin içerisine girdiğimizde, sonuçtan ziyade süreçte kalabilmemiz kolaylaşır ve yaşama akışkan bir şekilde katılımımız, güven hissimiz ve kontrol alanımızın olabildiği bir zemin sağlanır. Belki de bu yüzden, her zorlu durumda bir parça daha görünür olan yaratıcılık, pandemiyle birlikte çevremizde daha da rastladığımız bir özellik oldu. Yaratıcılık bir gerilimden oluşur ve aslında pandemi sürecinde de böyle bir gerilime toplumca tanık olduk ve bu gerilimi farklı şekillerde deneyimledik.
Sanat psikoterapisinin yanı sıra uzmanların ve sanatçıların odağında olan yaratıcı süreci kendilerinden dinlemek bizlere bu sürecin özgül ve ortak yanlarını anlamamız için ilham veriyor. Bu yüzden, yaratıcılığı evlerimize taşıdığımız pandemi döneminde, SPD Sohbetleri başlığıyla uzman ve sanatçılardan kendi yaratıcı süreçlerini dinlemek istedik. Instagram hesabımız @sanatpsikoterapileri üzerinden yaptığımız canlı yayın sohbetlerimizle, sizlerin mekanına konuk olmaya ve bu sohbetleri ulaşılabilir kılmaya niyet ettik. Bu zorlu süreçte değerli uzmanlar ve sanatçılar; kendi deneyimlerini ve yaratıcı süreçlerini anlatarak bizlere destek oldular.
Bir ürün, masamıza gelene kadar acaba nasıl süreçlerden geçti, bu soruyu o ürünü yaratan sanatçılara ve kendi çalışmalarını icra eden uzmanlara sorma imkânı her zaman karşımıza çıkamıyor. Pandemiden önce gerçekleştirdiğimiz Sanatçıyla Buluşma ve Uzmanla Buluşma etkinlikleriyle buna alan açıyorduk. 2020 yılında gerçekleştirdiğimiz SPD Sohbetleri etkinliklerimizin de bize bu anlamda bir ara alan açtığını düşünüyoruz.
Sohbetlerden bazı kesitleri e-bültenimizde sizlerle paylaşırken sanatçı ve uzmanlarımıza bir kez daha değerli katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz…
Sohbetlerin kayıtlarına @sanatpsikoterapileri Instagram hesabımızdan ve Sanat Psikoterapileri Derneği Youtube kanalımızdan ulaşabilirsiniz.
SPD Sohbetleri Düzenleme Kurulu
Funda Sancar Yılmaz
Duygu Seda Tomru
Cemal Acet
Asuman Aktüy
Aytül Hasaltun Bozkurt
Moderatörler : Funda Sancar Yılmaz- Cemal Acet
Deşifre : Funda Sancar Yılmaz - Aytül Hasaltun Bozkurt
MURAT GÜLSOY
Yazar
- ...Defter tutmak, bir kere yazmanın birinci ve temel aşaması. Ben bunu herkese de tavsiye ediyorum. Özellikle fiziksel bir deftere yazmanın ve o defterleri de saklamanın önemine inanıyorum. Çünkü zaman geçiyor ve aradan uzunca bir süre geçtikten sonra o bilgisayar ya da cep telefonu gibi ortamlara yazdığımız her şeyi kaybediyoruz. Bilmiyorum, ben kaybediyorum en azından. Ama defterler duruyor. Defterler bir de fiziksel bir nesne oldukları için, onlar da kendi kendine eskiyor, bizimle birlikte yol alıyor, bazen bir çekmecenin dibinde unutuluyor, sonra bazen bulunuveriyor. Kendisinin dramatik değeri var, nesne olduğu için. Onun yükünü de taşımakta fayda var. İşin duygusal tarafı da var ama yazıyla ilgili kısmı aslında tam olarak bu. Sonrasında bu bir yapı kurma meselesi. İster öykü olsun, ister roman olsun, içerisinde mutlaka onu yazdıracak bir motivasyon var bende. Var ki yazıyorum, yoksa zaten gelişmiyorum. O motivasyon da nedir, bunu yazma arzusu duymak. Onu düşünmek. Hep onu düşünmek… Yani başka bir şeye bakarken, aklına onun gelmesi. Neyi tarif eder gibiyim, aslında bir aşk ilişkisini tarif eder gibiyim … Bu şu demek değil, şakır şakır sürekli yazabiliyor olmak anlamına gelmiyor sürekli onu düşünmek. Bazen o gün bir cümle yazarsınız, bazen iki cümle, bazen hiçbir şey çıkmaz ama onu düşünmeye devam edersiniz. Ben düşünmeyi yine deftere yapıyorum, defterin içerisine yazarak yapıyorum. Dolayısıyla bir şey yazarken, bir öykü ya da roman, ayrıca defterde onun seyir defterini tutuyorum.
- ...Roman genelde uzun zamana yayılarak yazılır. Güzel olan taraflarından biri de budur. Nasıl ki sevdiğiniz bir romanı uzun, günlere yayarak okuduğunuzda başka bir ruh durumundasınızdır, o ruh durumu sürsün istersiniz biraz da yani hemen bitsin istemezsiniz -çünkü o dünya hoşunuza gidiyordur, o dünyanın içinde yer almak, o dünyanın koridorlarında gezinmekten zevk alıyorsunuzdur- yazar için de bu böyle. Zaten zevk almadan yazılmaz, yani mutlaka bir zevk unsuru, haz var orada. Haz olmadan bence sanat olmuyor ama illa haz var demek… Aynı aşk ilişkisi gibi düşünün: aşkta da her zaman haz var mı? Var ama sürekli olarak mutlu, sürekli yükseklerde misiniz? Hayır, bazen de korkular, güvensizlikler, kıskançlıklar, kavgalar, çatışmalar da aşka dahildir hatta ayrılıklar da. Dolayısıyla aynı şey roman sanatı, öykü, edebiyat için de geçerli. Yani o iniş çıkışlara da hazır olmak gerekiyor. Böyle pürüzsüz bir yol asla değil. Tabii biraz karakterinizle de bağlantılı. Kimisi çok daha sessiz ve derinden yaşar ilişkilerini, kimisi çok fırtınalı yaşar, herkes duyar o evde ne olduğunu. Aynı şekilde, roman ve öykü yazarken bazen evet, siz bunu birazcık daha o fırtınalı tarafı içinizde yaşatırsınız. Ama öyle ya da böyle benziyor bir aşk ilişkisine.
- ...Yaşam üzerindeki kontrolümüzü daha sanki çoğaltıyoruz, sanatla uğraşırken. Yani şeyleri dönüştürüyoruz bir kere. Düşünün, ortada hiçbir şey yokken, beyaz bir kâğıdın üzerinde birdenbire çizgiler, figürler, derinlik, gölge, perspektif, bir sürü şeyle bir dünya oluşuyor. Aynı şey yazarlık için de geçerli. Ortada hiçbir şey yokken, boş bir sayfanın üzerinde birdenbire bir dünya ilerlemeye başlıyor. Hep daha iyisi olabilir. Ama bu ancak çalışmakla olabilecek bir şey. … İlham kuşunun konabilmesi için sizin dallarınızı açıp beklemeniz lazım.
- ...Kendi başıma keşfetme lüksüne sahiptim. Bence bu da önemli. Bence çocuğu rahat bırakmak lazım ki kendi yolunu bulabilsin.
- ...Güzel bir kitaba baktıktan sonra, ‘‘Ben de yapayım.’’ hissi oluyor. Yani beni de kışkırtan bir tarafı var. Neden oluyor bu bilmiyorum, bence bunu kimse de tam olarak bilemiyor. Bir insan neden sanata ilgi duyar, bir insan neden sanatla uğraşır? Evet, zevkli olduğunu söylüyoruz, herkes söylüyor. Ama oradaki zevk tam olarak nedir, bunu da bilemiyoruz. Yani işte Freud’un söyledikleri var, değil mi ‘’Çocuğun oyun oynarken yaptığı işe benzer’’ diyor, ‘’sanat’’. Bence büyük bir hakikat payı var o dünyayı değiştirme, bir dünya kurma, dünyayla oynama… Mesela dünyayla oynamak derken aklıma şunlar geliyor en çok; mekanla oynamak, zamanla oynamak. Şimdi bunlar bizim gerçek hayatımızda yapamadığımız şeyler. Yani gerçek hayatımızda biz maalesef ‘’Bu zamandan sıkıldım, başka bir zamana geçelim şimdi.’’ diyemiyoruz. Ya da ‘‘Yav geçmişte bir zaman dilimi vardı bir oraya gidelim de tekrar döneriz.’’, diyemiyoruz. Ama romanlarda, filmlerde rahat rahat bunları deneyimleyebiliyoruz. Flashback’ler, Flashforward’lar, ileri geri gitmeler, zamanın ağırlaşması, ağır çekim, hızlandırılması… Bütün bu zamanla bir oyun hamuruyla oynar gibi oynamak aslında zevkli olan şey. Sadece bir hikâye anlatmak değil. Hikâye anlatmak güzel bir şey tabii, gündelik hayatımızda da bunu yapıyoruz zaten. Ama roman ve öykü, sıradan bir hikâye anlatıcılığının birazcık daha üzerinde bir sanatsal çaba ve yaratıcılık gerektiriyor. Bu da zamanla gelişen bir şey. Dediğim gibi bununla oynamayı… Nasıl bir seramik yapan, çamurla oynaya oynaya geliştiriyor ve bir sürü de bilinmesi gerek şey var orada, fırının kaç derece olacağından, boyaların nasıl karıştırılacağına, sır denilen şeyin nasıl yapılacağına kadar bayağı bir kimya var. Ama kimya, seramik sanatının ruhunu öldürmüyor ona ruh katıyor. Aynı şey edebiyatta da geçerli, yani çok karmaşık yapılar kurmak mümkün ve bunu yaptıkça gerçeklikle daha etkin bir şekilde oynadığımızı hissederiz aslında. En büyük zevk buradan kaynaklanıyor. Ondan sonraki yararlarını bilemem. Birçok şey söylenebilir, birçok şey tartışılabilir ama bir fiil sanatla uğraşmanın en güzel tarafı gerçeklikle oynuyor hissini vermesi bize. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şansımız dediğim gibi yok. İrademizi, belirli bir ölçüde kullanabiliyoruz gerçek hayatta. Ama kurmaca yazarken, sanatla uğraşırken, irademiz gerçeğinden çok daha fazla bir güce sahip oluyor adeta. Bir de bunu başkalarına gösterebiliyorsak, başkalarıyla paylaşabiliyorsak, başkaları buna ortak olabiliyorsa, ki … budur, yani sizin yazdığınız metni okuyan kişi kendini vererek okuyup bir de bundan zevk alıyorsa ve bunun siz farkına varıyorsanız; bu çok hoş bir paylaşım oluyor yani başka bir boyutta tekrar buluşmak gibi bir şey.
FIRAT NEZİROĞLU
Dokuma Sanatçısı
Dokuma tezgahındaki çiviler bana kalırsa özgürlüğü kısıtlıyor, benim atölyelerimde hiç çivili tezgah yoktur. Onun dışında dokuma yaparken tarağa benzeyen kirkit diye bir aletimiz vardır. Adı da onun çıkardığı tok tok seslerinden gelir, zaman içerisinde tokuma, dokuma olarak değişmiş. Anadolu’da tezgahın başındaki kadın için söylüyorum bunu; kadın çok sıkıntılıysa tok tok vurmaktan dokuduğu şey orada sıkışır ama mutluysa yavaş yavaş vurduğu için o desen genişler. Dolayısıyla dokuyan kişinin günlük hissini de anlayabiliriz o kilimlerden.
Şamanlarda dişi geyikler kutsaldır. İki boynuzun arasındaki boşluğu üçgen olarak görüyorlar. Şamanlar hiçbir zaman gördüğümüz sembolu almıyor, görmediğimiz sembolu alıyorlar. Anadoludaki muska örneğin bu dişi geyiğin boynuzları arasındaki boşluktan gelir. Bu o kadar beni etkiliyor ki! Çünkü ben de boşluğu tanımlıyorum aslında. Şaman deyince bana her zaman bir müzik gibi geliyor, görmediğiyle alakalı. Hiç gördüğüyle alakalı değil.
Dokuma Sanatçısı
- Yaratıcı Süreciniz nasıl ilerliyor, ne zaman, nasıl üretiyorsunuz?
- Kendi dilini nasıl yarattın peki?
- Malzeme bizim için çok önemli, misinayı senin bu kadar içselleştirmiş olman ve bunun sanat çevrelerinde de kabul görmüş olması sende nasıl hisler uyandırdı?
Dokuma tezgahındaki çiviler bana kalırsa özgürlüğü kısıtlıyor, benim atölyelerimde hiç çivili tezgah yoktur. Onun dışında dokuma yaparken tarağa benzeyen kirkit diye bir aletimiz vardır. Adı da onun çıkardığı tok tok seslerinden gelir, zaman içerisinde tokuma, dokuma olarak değişmiş. Anadolu’da tezgahın başındaki kadın için söylüyorum bunu; kadın çok sıkıntılıysa tok tok vurmaktan dokuduğu şey orada sıkışır ama mutluysa yavaş yavaş vurduğu için o desen genişler. Dolayısıyla dokuyan kişinin günlük hissini de anlayabiliriz o kilimlerden.
- Kilimi dokuyanın hislerini ilmeklerin sıklığından anlayabilmek çok ilgi çekici... Peki desenler neleri ifade eder?
Şamanlarda dişi geyikler kutsaldır. İki boynuzun arasındaki boşluğu üçgen olarak görüyorlar. Şamanlar hiçbir zaman gördüğümüz sembolu almıyor, görmediğimiz sembolu alıyorlar. Anadoludaki muska örneğin bu dişi geyiğin boynuzları arasındaki boşluktan gelir. Bu o kadar beni etkiliyor ki! Çünkü ben de boşluğu tanımlıyorum aslında. Şaman deyince bana her zaman bir müzik gibi geliyor, görmediğiyle alakalı. Hiç gördüğüyle alakalı değil.
- Duygu ve düşüncelerini sanatla aktarmak sana nasıl geliyor?
- Sanatın iyileştirici gücüyle karşılaşmış oluyor muyuz bu süreçte?
SALİME YILMAZ ALTUNBAY
Uzman Fizyoterapist
Uzman Fizyoterapist
- ...Fizyoterapide odalarda şu an çalışabiliyoruz ama aynı zamanda yeri geliyor bahçeyi de kullandığımız oluyor. Doğallığı çok önemsiyoruz, şu an oda boyutunda düşünürsek, yani kapalı mekân sistemde, bizim terapötik malzemeler dediğimiz bir takım malzemeleri kullanıyoruz...Kullandığımız malzemeler de bir yastık olabiliyor, rulo, silindir olabiliyor, oyuncaklar olabiliyor, el hamurları olabiliyor, boyalar oluyor. Sanatı kullandığımızda diyelim yeri geliyor müzik, dans, hareket… Sanatı kullanma şeklinde rehabilitasyon programımıza katarsak, bedene daha çok ulaşmış oluyoruz ve hem de motivasyon oluyor. Tüm bedenin uyarılması için sanat çok işe yarıyor. Bütün bu aktiviteleri günlük yaşama katılsınlar, hayata katılsınlar diye yapıyoruz. Günlük yaşam için o beden lazım. Herbirinin yapabildiklerini arttırmaya çalışıyor, yapamadıklarına odaklanmıyoruz. Aileleri de bu anlamda eğitiyoruz. Beklentiler farklı olabiliyor. Bu yüzden farklı disiplinlerden faydalanarak çalışmayı çok önemsiyorum.
- ...Farkındalık çalışmalarını önemsiyoruz çok fazla. Beynin her fonksiyonu çok önemli, özel eğitim çok önemli. Mesela çocuk iletişim kuramayabilir ama teknolojik aletlerle bu iletişim sağlanabilir. Bedenini ciddi efor harcayarak kullanmak zorunda kalan çocuklarımızın iletişim kurmaları da zorlaşabiliyor. Çocuğun tabii ister istemez kendini anlatamamaktan kaynaklı içinde bir birikim var. Ben geçmişte de çok kullandığım çalışmalardan biriyle, masanın üzerine koyduğum bir kağıt ve boyaları, özellikle de parmak boyaları kullanarak bedeniyle resim yaptırdığımda, o anki coşkusu, devinimleri, sevinç çığlıkları hiç aklımdan gitmiyor.
- ...Çocukların yaptıkları her şey değerli. Diyelim bir kelebek yapmak istiyor mesela. Belki bunu bütün olarak çocuk yapamayacak. Bizim için sadece kağıdı katlasa veya eliyle koparsa bile kâr. Elinden ne geliyorsa. Sadece kolunu dayayıp destek olsa da… Ama ortaya çıkan o ürün, sanatın ürünü diye baktığımızda, onun yapmış olduğu bir şey olduğu için ona çok iyi geliyor. Bunu başka sanat dallarında da yaşıyorum. ‘‘Biz yaptık.’’ diyebiliyorlar. Yaptım diyebilmenin verdiği gururu, hazzı alabiliyorlar. Gerçekten bir ‘‘Elini kaldır, kolunu kaldır.’’dan çok daha etkili. Hem kalıcı hem de o ürün onu mutlu edebiliyor.
- Bakım veren kişilerin gösterdiği ilgi ve şefkata gelince; zamanla çok vericilikten kaynaklı bir tükenme oluşabiliyor. Annenin, babanın, sağlık çalışanlarının öncelikle kendilerine iyi bakmaları gerekiyor ki bakım verdikleri kişilere faydaları olsun.
- Yıllarca evlerde kapalı kalmış çocuklarla çalışıyoruz. Tedavilerden fazlasıyla uzak kalmış olabiliyorlar. En çok ailelerin sarıp sarmalaması önemli oluyor bizim çocuklarımızda. Ailede kabulleniş varsa ve aşırı koruyuculuk yoksa, o zaman çocukların mutlulukları, gelişimleri, başarıları daha iyi oluyor.
- Pandemi döneminde iletişimde olmak bile onlara çok iyi geldi ve o süreçte evin doğallığını yaşamalarına ben çok sevindim. Hep bir kurumdan diğerine hizmet almakiçin koşarlarken; anne baba olmak, aile olmak bile unutulmuştu. Bu süreçte birlikte olmayı yeniden öğrendiler. Yeri geldi çalışan bir anne evde oldu, çocuğuyla ilk defa o kadar uzun vakit geçirdi. İlla bizim yaptırdığımız hareketleri yapmaları gerekmiyor, aslında hepsi deneyimliydi. Sıkı egzersiz değil de hayata katma kısmını önemsiyoruz. Diyelim bir velimle konuştuğumda, çocuğun hareket kısıtlılığına rağmen toz aldığını, bulaşık yıkadığını, birlikte mantı yaptıklarını, oyunlar oynandığını, evde yaşlılar varsa onlarla hasret giderildiğini görüyoruz, babalarıyla olmak da onlara çok iyi geldi…
DEFNE ERDUR RABUEL
Sosyolog(MA), Beden Terapisti, Hareket ve Dans Araştırmacısı(Phd)
En tanıdık his kendimi eksik, yetersiz hissetme hissi. Ve bu bir düşman esasında biliyorum. Bazen gerçekten de düşman oluyor. Biraz öz sabotaja giriyor. Bazen başarmaktan bile korkabilir ya insan hele bizim kültürümüzde; “meyve veren ağaç taşlanır” mesela, meyveler olgunlaşmasın, taş yemiyeyim, bu bile olabilir ya da belki de kendi kapasiteme kendime güvenemiyor, korkuyorumdur o korku ile başetmemek adına “zaten ben yapamam” diye kaçıyorumdur. Bunları bilmek işe yarıyor tabii ki. Galiba böyle düğümlerden beni kurtarabilen “ortaya çıkan ürünü paylaşabilirsem ve birinin bir işine yararsa” fikri oluyor. Mesela doktora tezimi yazarken-ki yine bu duygularla ve bazı teknik konularla çokça boğuştuğum bir süreçti- bir arkadaşımın “Defne çok merak ediyorum ne yazıyorsun” demesi benim için çözücü olmuştu. Aynur okuyacak diye ben o tezi yazdım.
“Kim ne derse yalan!” demek istiyorum, kendileri için iyi olanı kendileri bilirler. Eğer bu dönemde hiçbir şey yapmak istemiyor sadece yatmak istiyor ve kalkamıyorlarsa yatsınlar, dinlensinler. Bunun artık yetmediği noktada kendine yeni bir kaynak bulabilmek önemli. Beden bilir, uyumak istiyorsa uyur, hareket etmeye hazırsa “haydi gidelim” der ama bunu dinlemek için bir terbiye de gerekiyor. Bir rezistans olarak kaçmak için mi bunu yapıyor yoksa gerçekten ihtiyacı olduğu için mi bunu yapıyor bilmek de duymak da zaman alıyor. Bazen de dıştan içe ufak yaptırımlar bunu öğrenmemize yardımcı oluyor ya da rutinler çok iyi gelebiliyor. Ezbere yapmak ise yapamadığında suçluluk duygusu yaratabiliyor. Çerçeveyi koyalım, planı yapalım ama uyamıyorsak da uyamamış olmaya da “tamam” diyelim.
Neyi neden yapıyorumu bilmek için merak edip sormak bedeni dinlemeyi beraberinde getiriyor. Beden öyle mucizevi ki neye ihtiyaç duyuyorsa bağ doku yani fasya onu destekliyor. İhtiyacı açılmaysa açılmayı, katılaşmaysa katılaşmayı sağlıyor. Ayrıca hareket etmek demek illa 1 saat yoga dersi ya da buna benzer bir şeyle belki de bedeni yormak/zorlamak değil, oturduğun yerde bile yapabileceğin hareketler var. Kollarını açıp kapatmak, eklemleri rahatlatmak için eklemleri biraz hareketli kılmak bile yeterli olabilir. Somatik deneyimleme ve travma açısından da konuşursak eklemlerin açılabiliyor olması çok önemli. Bütün stres ve yüklenme eklemlerde birikip kilitlenebiliyor. Fizyolojik olarak bakarsan da eklem hareketi oradaki sinaviyal sıvıların artmasını ve eklemlerin daha rahat açılıp kapanmasını sağlıyor. Oturduğun yerde yapabileceğim küçük eklem hareketleri yapmak, nefesimi rahatlatıyor, bir bedenim olduğunu bana hatırlatıyor.
Kişisel olarak ben de “dansçıyım diye sabahtan akşama stüdyoya giriyorum ve düzenli olarak bunu çalışıyorum” diyemem. Yok öyle bir şey, hele böyle zorlu bir zamanda! İnsan bazen çok demarolize oluyor, korkuyor, sıkılıyor, bedenini hissetmek istemiyor… Tepeden inme gibi biri sana “bedenini hissetmek iyidir” diye dikte ettiğinde olmuyor. Ama tabi bütün bunlar dile kolay, hepsi emek istiyor… Hiçbir şey yapmamak bile ne kadar büyük efor gerektiriyor. Eforsuz hiçbir şey yok.
Şu an bütün dünya olarak farkında olalım ya da olmayalım çok zor bir sürecin içinden geçiyoruz. Belki bugün somut bir etkisi olmasa da gelecekte bu dönemle ilgili neler açığa çıkacağını bilmiyoruz. Dünya durdu. Çevrimiçi dünya ise canlı bir şekilde devam ediyor. Belirsizliğin içinde belirlemeye çalıştığımız bir sürü şey var. Belki bu dönemi regüle edecek sistemi geliştirmek için de çok çalışıyoruz. Bu çok çalışma halini değersiz kılma yöneliminin bile bir işlevi olduğunu, belki günü kurtarmak adına bile olsa sağaltıcı bir etkisi olduğunu bilmek gerek. Ya da tam tersi hiçbir şey yapmamanın ve kalakalmanın da bir işlevi var. Belki bir enerji restore ediyor sistem. “Neden hiçbir şey yapamıyorum?” diye kendine hayıflanmamak, kendi kendine kızmamak gerek. Bazı ezberler bozuluyor, bazı ezberler de güçleniyor.
Hareket gerçekten çok temel ama bazen hareketsizlik de çok ihtiyaç duyulan bir hal. Onu da kutlayabilmek önemli. “Ne zaman harekete geçebilirim”’i merak etmek ve dayatmamak da değerli.
Somatik çalışmalar gibi beden sağaltımı ile ilgili disiplinlerin özünde, dilinde; davet vardır, sabır vardır, merak vardır, öneri vardır. Dayatma yoktur! Bir bak bakalım nasıl olur, bir düşün bir hayal et, yapmayı düşün nasıl hissediyorsun? İyi geliyorsa o zaman yap. Bale ve çağdaş dans arasındaki en önemli fark da budur. Çağdaş dans, bireysel ifadeye daha çok alan açar, bunu da davetle yapar; doğru-yanlış, eksik-fazlanın ötesinde, “nasıl oluyor acaba, olabilir mi acaba?” gibi soruları sorar. Bu dili kendimizle kuracağımız diyologa getirmek de çok önemli. “Yapmak ister misin? Hayır, istemem. Tamam.” Belki bir hafta böyle gidecek. Bir hafta sonra tekrar sorduğunda belki cevap “hem de nasıl isterim” olacak. İçimizdeki farklı yanları birbirleriyle konuşturabilmek adına da davet ve öneriler, bizi dayatmalardan uzaklaştırabiliyor.
Sosyolog(MA), Beden Terapisti, Hareket ve Dans Araştırmacısı(Phd)
- Üretimleriniz sırasında size ne gibi hisler eşlik ediyor?
En tanıdık his kendimi eksik, yetersiz hissetme hissi. Ve bu bir düşman esasında biliyorum. Bazen gerçekten de düşman oluyor. Biraz öz sabotaja giriyor. Bazen başarmaktan bile korkabilir ya insan hele bizim kültürümüzde; “meyve veren ağaç taşlanır” mesela, meyveler olgunlaşmasın, taş yemiyeyim, bu bile olabilir ya da belki de kendi kapasiteme kendime güvenemiyor, korkuyorumdur o korku ile başetmemek adına “zaten ben yapamam” diye kaçıyorumdur. Bunları bilmek işe yarıyor tabii ki. Galiba böyle düğümlerden beni kurtarabilen “ortaya çıkan ürünü paylaşabilirsem ve birinin bir işine yararsa” fikri oluyor. Mesela doktora tezimi yazarken-ki yine bu duygularla ve bazı teknik konularla çokça boğuştuğum bir süreçti- bir arkadaşımın “Defne çok merak ediyorum ne yazıyorsun” demesi benim için çözücü olmuştu. Aynur okuyacak diye ben o tezi yazdım.
- Covid 19 salgını döneminde dans hareketle ilgili olan kişilere ne önerirsiniz?
“Kim ne derse yalan!” demek istiyorum, kendileri için iyi olanı kendileri bilirler. Eğer bu dönemde hiçbir şey yapmak istemiyor sadece yatmak istiyor ve kalkamıyorlarsa yatsınlar, dinlensinler. Bunun artık yetmediği noktada kendine yeni bir kaynak bulabilmek önemli. Beden bilir, uyumak istiyorsa uyur, hareket etmeye hazırsa “haydi gidelim” der ama bunu dinlemek için bir terbiye de gerekiyor. Bir rezistans olarak kaçmak için mi bunu yapıyor yoksa gerçekten ihtiyacı olduğu için mi bunu yapıyor bilmek de duymak da zaman alıyor. Bazen de dıştan içe ufak yaptırımlar bunu öğrenmemize yardımcı oluyor ya da rutinler çok iyi gelebiliyor. Ezbere yapmak ise yapamadığında suçluluk duygusu yaratabiliyor. Çerçeveyi koyalım, planı yapalım ama uyamıyorsak da uyamamış olmaya da “tamam” diyelim.
Neyi neden yapıyorumu bilmek için merak edip sormak bedeni dinlemeyi beraberinde getiriyor. Beden öyle mucizevi ki neye ihtiyaç duyuyorsa bağ doku yani fasya onu destekliyor. İhtiyacı açılmaysa açılmayı, katılaşmaysa katılaşmayı sağlıyor. Ayrıca hareket etmek demek illa 1 saat yoga dersi ya da buna benzer bir şeyle belki de bedeni yormak/zorlamak değil, oturduğun yerde bile yapabileceğin hareketler var. Kollarını açıp kapatmak, eklemleri rahatlatmak için eklemleri biraz hareketli kılmak bile yeterli olabilir. Somatik deneyimleme ve travma açısından da konuşursak eklemlerin açılabiliyor olması çok önemli. Bütün stres ve yüklenme eklemlerde birikip kilitlenebiliyor. Fizyolojik olarak bakarsan da eklem hareketi oradaki sinaviyal sıvıların artmasını ve eklemlerin daha rahat açılıp kapanmasını sağlıyor. Oturduğun yerde yapabileceğim küçük eklem hareketleri yapmak, nefesimi rahatlatıyor, bir bedenim olduğunu bana hatırlatıyor.
Kişisel olarak ben de “dansçıyım diye sabahtan akşama stüdyoya giriyorum ve düzenli olarak bunu çalışıyorum” diyemem. Yok öyle bir şey, hele böyle zorlu bir zamanda! İnsan bazen çok demarolize oluyor, korkuyor, sıkılıyor, bedenini hissetmek istemiyor… Tepeden inme gibi biri sana “bedenini hissetmek iyidir” diye dikte ettiğinde olmuyor. Ama tabi bütün bunlar dile kolay, hepsi emek istiyor… Hiçbir şey yapmamak bile ne kadar büyük efor gerektiriyor. Eforsuz hiçbir şey yok.
Şu an bütün dünya olarak farkında olalım ya da olmayalım çok zor bir sürecin içinden geçiyoruz. Belki bugün somut bir etkisi olmasa da gelecekte bu dönemle ilgili neler açığa çıkacağını bilmiyoruz. Dünya durdu. Çevrimiçi dünya ise canlı bir şekilde devam ediyor. Belirsizliğin içinde belirlemeye çalıştığımız bir sürü şey var. Belki bu dönemi regüle edecek sistemi geliştirmek için de çok çalışıyoruz. Bu çok çalışma halini değersiz kılma yöneliminin bile bir işlevi olduğunu, belki günü kurtarmak adına bile olsa sağaltıcı bir etkisi olduğunu bilmek gerek. Ya da tam tersi hiçbir şey yapmamanın ve kalakalmanın da bir işlevi var. Belki bir enerji restore ediyor sistem. “Neden hiçbir şey yapamıyorum?” diye kendine hayıflanmamak, kendi kendine kızmamak gerek. Bazı ezberler bozuluyor, bazı ezberler de güçleniyor.
Hareket gerçekten çok temel ama bazen hareketsizlik de çok ihtiyaç duyulan bir hal. Onu da kutlayabilmek önemli. “Ne zaman harekete geçebilirim”’i merak etmek ve dayatmamak da değerli.
Somatik çalışmalar gibi beden sağaltımı ile ilgili disiplinlerin özünde, dilinde; davet vardır, sabır vardır, merak vardır, öneri vardır. Dayatma yoktur! Bir bak bakalım nasıl olur, bir düşün bir hayal et, yapmayı düşün nasıl hissediyorsun? İyi geliyorsa o zaman yap. Bale ve çağdaş dans arasındaki en önemli fark da budur. Çağdaş dans, bireysel ifadeye daha çok alan açar, bunu da davetle yapar; doğru-yanlış, eksik-fazlanın ötesinde, “nasıl oluyor acaba, olabilir mi acaba?” gibi soruları sorar. Bu dili kendimizle kuracağımız diyologa getirmek de çok önemli. “Yapmak ister misin? Hayır, istemem. Tamam.” Belki bir hafta böyle gidecek. Bir hafta sonra tekrar sorduğunda belki cevap “hem de nasıl isterim” olacak. İçimizdeki farklı yanları birbirleriyle konuşturabilmek adına da davet ve öneriler, bizi dayatmalardan uzaklaştırabiliyor.