Üyelik
Üye olmak için üyelik formunu kullanabilirsiniz.
Sanat, yaratıcılık ve psikiyatride kullanımı
Sanat ve sanatın işlevi
Sanat ve psikiyatri/psikoterapi ilişkisinin köklerini ilk çağlardaki insanların yapıtlarında açık bir biçimde görebiliriz. Tarihler boyu sanat bir ifade aracı olarak önem kazanmıştır. En ilkel çağlarda semboller ve imajlar, insanların ilk iletişim araçları olmuşlardır. Hıristiyan kilisesi erken dönemlerinde eğitimde, resimleme ve heykel çalışmalarını kullanmıştır. Bugün, estetik bir değerlendirme yaparak, bir sanat eseri olarak gördüğümüz ilkel insanın ürünlerini, ortaya çıkartmaya yönelten güç büyük olasılıkla sanatsal/estetik kaygılardan farklı şeylerdi.
İlkel insanın, karanlık ve derin mağara duvarlarına yaptığı hayvan resimleri, İngiliz sanat tarihçisi E.H.Gombrich’in de belirttiği gibi, yanlızca süsleme amacıyla yaratılmış olamaz. Bu ilkel avcılar, belki de oklarını ya da taş baltalarını kullanarak elde ettikleri avlarının, resmini yapmakla, büyük olasılıkla gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanıyorlardı.
Yine Çin imparatoru Kin Çe Huangdi'nin, 7 000 kişilik kilden bir ordu yaptırıp, kendisi ile birlikte mezarına gömdürmesi, bizlerin hayranlığını kazanmak için olmasa gerek. Kendini üstün insan olarak benimsettiren, ama yenemeyeceği tek düşmanı olan ölüm'ün varoluşu düşüncesine tahammül edemeyen imparatora hizmet amacıyla yapılmıştı bu muhteşem ordu.
Bütün bu yorumlar birer varsayım olabilir. Ancak, imge ile gerçeklik arasındaki ayırım, ilkel insan için belirsizdi ve imgelerin gücü bize, insanın içsel doğasını anlama fırsatı verir. Yerliler, sürülerinin resmini yapan Avrupalı bir ressama korkuyla şu soruyu sormuşlar. "Hayvanlarımızı alıp götürürsen, neyle yaşarız biz". Burada imge, gerçeğin yerine geçerek, onunla ilgili bütün yaşantıları (duygu, düşünce, davranış vb.) harekete geçirmektedir. Yaratılan resim/imge yaşantı yüklülüğüyle dolu, gerçeğin yerine geçmiştir. İmgelerin bu büyülü gücü, bize, sanatın psikoterapide kullanım yolunu açmaktadır.
Sanat ve psikiyatri/psikoterapi ilişkisinin köklerini ilk çağlardaki insanların yapıtlarında açık bir biçimde görebiliriz. Tarihler boyu sanat bir ifade aracı olarak önem kazanmıştır. En ilkel çağlarda semboller ve imajlar, insanların ilk iletişim araçları olmuşlardır. Hıristiyan kilisesi erken dönemlerinde eğitimde, resimleme ve heykel çalışmalarını kullanmıştır. Bugün, estetik bir değerlendirme yaparak, bir sanat eseri olarak gördüğümüz ilkel insanın ürünlerini, ortaya çıkartmaya yönelten güç büyük olasılıkla sanatsal/estetik kaygılardan farklı şeylerdi.
İlkel insanın, karanlık ve derin mağara duvarlarına yaptığı hayvan resimleri, İngiliz sanat tarihçisi E.H.Gombrich’in de belirttiği gibi, yanlızca süsleme amacıyla yaratılmış olamaz. Bu ilkel avcılar, belki de oklarını ya da taş baltalarını kullanarak elde ettikleri avlarının, resmini yapmakla, büyük olasılıkla gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanıyorlardı.
Yine Çin imparatoru Kin Çe Huangdi'nin, 7 000 kişilik kilden bir ordu yaptırıp, kendisi ile birlikte mezarına gömdürmesi, bizlerin hayranlığını kazanmak için olmasa gerek. Kendini üstün insan olarak benimsettiren, ama yenemeyeceği tek düşmanı olan ölüm'ün varoluşu düşüncesine tahammül edemeyen imparatora hizmet amacıyla yapılmıştı bu muhteşem ordu.
Bütün bu yorumlar birer varsayım olabilir. Ancak, imge ile gerçeklik arasındaki ayırım, ilkel insan için belirsizdi ve imgelerin gücü bize, insanın içsel doğasını anlama fırsatı verir. Yerliler, sürülerinin resmini yapan Avrupalı bir ressama korkuyla şu soruyu sormuşlar. "Hayvanlarımızı alıp götürürsen, neyle yaşarız biz". Burada imge, gerçeğin yerine geçerek, onunla ilgili bütün yaşantıları (duygu, düşünce, davranış vb.) harekete geçirmektedir. Yaratılan resim/imge yaşantı yüklülüğüyle dolu, gerçeğin yerine geçmiştir. İmgelerin bu büyülü gücü, bize, sanatın psikoterapide kullanım yolunu açmaktadır.
Tarihler boyu ilk insandan günümüze insandaki yaratıcılık ve bunun sonucu gelişen sanat, insanı ve toplumsal ilişkileri anlamamıza yardım etmektedir. 19. yüzyılda, sanatsal yaratım yeteneğinin tanrı vergisi olduğu üstüne söylenen, dinsel-gizemci tasarım, yaratıcılık ve insan arasındaki ilişkiyi açıklamaya yetmemektedir.
Yaşamın içinden çıkan bir insan etkinliği olarak sanatın, insanlıkla yaşıt olduğunu söyleyebiliriz. Varolanla varolmayan arasında bulunan sanatsal süreç, bu iki alanı bir araya getirmeye çalışır. İnsanın, gerçekliği aşması ya da kendine özgü başka bir gerçeklik yaratmasıdır. Düşle gerçek arasında kurulan bir köprü olarak sanatsal etkinlik, akıl ile akıl dışı, düşlem ile gerçek, imgeler ile nesneler arasında bir bağ kurma eylemidir. Kısaca sanat, insanın kendisini tanımasının, dönüştürmesinin ve yaratmasının bir dışavurumu ya da bir serüvenidir diyebiliriz. .Bu serüven sonunda insanın, başkaları aracılığıyla kendini tanıdığını, varlığını kanıtladığını, kendini aşma çabası içinde kendi bilincine vardığını gözleriz.
Yaratıcılık
İnsanda yaratıcılık, iki aşamalı bir süreç şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Başlangıçta, hayal gücünün yaratıcı etkinliğinin bir sonucu olarak içsel imajların oluşumu şeklinde, ve taştan, metalden, seslerden, sözcüklerden, vücut hareketlerinden, boyalardan oluşan, yani, imgesel içeriği taşıyan biçimlendirmeyle. Ki bu yol, içte olanın sembolik dışavurumu yoluyla diğerleriyle iletişimi sağlayan bir araç oluşturmaktadır
Aslında yaratmayı tartışmak güçtür. Tam olarak, neden bazıları diğerlerinden daha yaratıcı, daha imajinatiftir bilinmez. Ancak çok sayıda teorisyen, insanın ruhsal yaşantısı ile derinden ilgili olan sanat ve yaratıcılığı psikolojik olarak ele alma eğilimi göstermiştir. Fakat bu eğilimi psikoanalitik ve deneysel yöntemlere oturtan görüşler yenidir.
Psikoanalitik ekolü kuran S.Freud, (1856-1939) ünlü sanatçıları, onların eserleri üzerinde tartışmalar yaparak inceler. Analitik görüş, izlenim, rüyalar, bilinç, fantazya, imajinasyon, dikkat sorunları üzerinde yoğunlaşır.
Freud' a göre psikanalitik açıdan yaratıcılık, sorunlara yeni ve geçerli çözümler bulabilme yeteneğidir. Bu aynı zamanda çekici, ikna edici ve anlamlı özellikler taşıyan imgesel ürünler yaratma becerisidir. İmgelem (imagination) ise gerçekte varolmayan nesne ve olayların tasarımlarını kavrama sürecidir. Gerçekdışı, uydurmaca, kurmaca türündeki tasarımları üreten bu süreç, daha önce hiç düşünülmemiş sorunlara ve gereksinimlere yanıt verir. Çocuklukta başlayan ve temelde biyolojik süreçler ve etkileşimlerle ilişkili olan ve simgesel dönüşüme uğrayan bilinçdışı fantazi, bütün düşünce ve duyguların altında yatan yaratıcı etkinliğe işaret eder. Freud, yaratıcılığın, bastırılmış seksüalite ve saldırganlıktan kaynaklandığını ileri sürmekte ve yasaklanmış dürtülerin yüceltilmesi biçiminde süblimasyon teorisiyle açıklamaktadır. Freud, bilimsel araştırmanın kökenini fallik fiksasyon ve bastırılmış hostilite, sanatsal yaratmanın kökenini ise oral fiksasyona bağlamıştır.
Ernst Kris ise, Freud'un teorisinde modifikasyon yaparak sanatta görülen regresyonun fiksasyona bağlı olmadığını, geçici, dönüşlü, ve kontrol edilebilir olduğunu belirtir. 1952'de oldukça kabul gören " ego hizmetinde regresyon" teorisini ileri sürmüştür. Kris bu teorisinde, egonun mantıkdışı/öncesi birincil düşünce süreçlerine gerileyip, hemen ardından ikincil düşünce sürecine ve mantığa geri döndüğünü ve birincil düzeyin ham madde ve veri kaynağı oluştururken ikincil düzeyde verileri kullandığını varsaymaktadır.
Melanie Klein'in görüşlerinin etkisi altında, yaratıcılığın depresif ya da şizoid bir yapısal ortamda ortaya çıktığını öne süren görüşler olmuştur. Bu görüşlere göre, yaratıcılığın ya yıkıcılık veya fantazilerle, bir onarım yapma çabasıyla olduğunu, ya da bazı şizofrenlerde görülen sanrısal sistem oluşumuna benzediğini kanıtlama denemeleri yapılmıştır.
Daha sonra bu alanda Ernest Jones, Carl Gustav Jung, Alfred Adler, Otto Rank gibi isimler, sanat yapıtı aracılığıyla sanatçının bilinçaltının temellerini ortaya çıkarmaya dönük görüşler ileri sürmüşlerdir.
Ernest Jones'a göre gerçek simgeleştirme, baskılayıcı eğilimler ile baskılananlar arasındaki intrapsişik çatışmadan doğar. Ona göre yalnızca baskılanan simgeleştirilir ve bu süreç tamamiyle bilinçdışıdır.
Otto Rank, sanat eserinin yaratımında Oidipus kompleksinin önemli bir yeri olduğunu vurgularken, yalnız bilinçaltının değil bilincin de bunda payı olduğunu öne sürer.
Adler'in en göze çarpan kavramı "yaratıcı self" tir.
Jung ise yaratıcılığı, tüm insanlığın mirasını oluşturan kollektif bilinçdışının ürünleri olarak görür. Bunlar evrensel semboller olarak sanat ürünlerine yansımaktadır. Bilinçdışı süreçlerin belirtilerini Jung, resimlerdeki kaotik çok yönlülükte, resimdeki düzende, açık ve koyunun kontrasında, üst ve altın,sağ ve solun zıtlığında izlemektedir. Bütün bu fenomenlerin ortaya çıkış ve görülme sıklığı, bizim için bilinçdışı olan düzenleyicilerle yönlenen fantazimizle, insanlığın arkeoloji ya da etnoloji yoluyla ortaya çıkarılabilen bütün ruhsal deneyimi arasında bir köprünün var olduğunu göstermektedir.
Sanata ve yaratıcılığa deneysel psikoloji açısından yaklaşan bir diğer akım ise algılama olayı ile ilgilenen "Gestalt" okuludur. Algılama işlemi, çevredeki eşya ve olayların bünyeleşmiş bütünler halinde kavranmasını sağlayan psikolojik bir olgudur. Algılama sorununu, en kaba çizgileriyle açıklığa kavuşturabilmek için, önce fizyolojik bir problemi, yani, duyularla, algılanan izlenimlerin hangi yollardan geçerek zihne işlediğini bilmek gerekir. Görülen nesnelerin, gözün ağ tabakasındaki kopyalarının ne ölçüde gerçekleştiği oldukça karmaşık bir fiziksel sorundur. Başta göz olmak üzere, bütün duyu organlarımız bu kayıtları beyne tekrar yollayarak bir yoruma açık tutarlar. Bu duyu aktivitesi, vizyon, renk, form vb. birikmesiyle üretilir. İnsan, algı ve duygu tarzlarını, ilişkide olduğu çevre ile koordine etmek üzere, bebekliğin erken aylarından başlayarak algılamaya, tanımaya başlar. Tanımayla birlikte, belirli kişi ve eşyalar, ötekilere göre özel anlamlar yüklenir. Eşyalar, kişi ve nesneler özellikle ve önemlerine göre derece derece bilinçaltına girerler. Bu hiyerarşi, tanıma ve kişiliğin oluşumunda, belirli objeleri, belirli bir bütün içinde kavramayı sağladığı gibi, belirli mekan ve bütünlükler o bütün içinde yer alan figürleri daha çabuk algılamayı sağlar. Özellikle tanıma faaliyeti, çizgi ve renklerin sembolik değerlere dönüşmesini sağlar. Böylece bir bebek için anne ve babanın yüz çizgileri, bir eşyanın şekli, rengi tanınan ve bilinen renkler olur. Çizgi ve renklerin sembolik değerleri kazanması, bunları birer anlatım aracı biçimine dönüştürür. Yaratıcılık, sanatın konusu olmazdan önce, insanın psişik yapısında gerçekleşen bir işlemdir ve görüntüsü ve biçimleri mevcut olan zihinsel malzemeye dayanmaktadır. Organik bozukluklarda ve algılamanın bozulduğu psikotik durumlarda kişinin yaratım faaliyetindeki bozulmalar onların çizimlerinde görülmektedir.
Psikiyatride sanat tedavisinin gelişimi
Psikiyatride, hastaların yaptıkları sanat ürünleri üstüne ilk klinik/deskriptif incelemeler, 19. yüzyılın son çeyreğinde (1876-1888) Fransız psikiyatr Max Simon ve İtalyan psikiyatr ve suç hukuku uzmanı Cesare Lombroso tarafından yapılmıştır. Onlar bu ürünlere deliliğin belirtilerini aramak için bakmışlar ve çalışmaları psikotik hastaların sanat ürünlerindeki stilizasyon ve sembolizasyon üzerinde değerli katkılar sağlamıştır. Simon ve Lombroso, bu hastaların sanat ürünlerini inceleyerek, psikozların deskriptif sınıflamasına katkı sağlamıştır. Bugün paranoid şizofreni olarak tanımladığımız durumlar için ilk kez “monomania” terimini kullanmış ve bu hastaların resimlerine yansıyan özellikleri tanımlamışlardır.
O dönemde Paul Meunier gibi başka bir grup ise bu ürünlere “iç dünyanın dışa vurumu ve yaratıcılık” açısından bakmışlardır. Resmi sanat söylemi ise bu yapıtları “ifadenin ilkel biçimi” şeklinde niteleyerek ilgi alanından dışlamıştır.
Daha sonra 20. yüzyılın başlarında bu yapıtlar herkesi derinden etkilemeye başlamıştır.
Daha sonra Mohr (1906-7), psikotik hastaların teşhisine dönük çalışmalara katkı sağlayıcı denemelerde bulunmuştur. Mohr, çok iyi planlanmış, teşhis amaçlı deneyimsel çizimler üzerine incelemeler yaparak katatonik ve manik-depresif hastaların sanat ürünlerinde görülen ortak özellikleri incelemiştir. Bu erken deneyimsel çizim testleri, bugün psikotik ve nörotik hastaların teşhisinde yaygın olarak kullanılan, Rorschach, Goodenough, Themetic Apperseption ve Szondi gibi projektif testlerin gelişimini hazırlamıştır.
Hans Prinzhorn (1916-1926), “Heidelberg Collection” olarak bilinen, Avrupa’daki birçok akıl hastanesindeki hastaların yaptığı sanat çalışmalarından çok geniş bir koleksiyon oluşturarak, bu yolla onların içsel psikolojik süreçlerini incelemiştir. Prinzhorn, psikotik sanata estetik açıdan yaklaşmış ve psikotiklerin, çocukların ve ilkel insanların sanat ürünlerindeki benzerlikleri incelemiştir.
1920’lerde, kübist ve ekspresyonist sanatın etkisiyle psikiyatristler kadar sanatçılar da, psikotik hastaların sanat ürünleriyle ilgilenmeye başlamışlardır. Sanatçının, sanat ürünleri aracılığıyla içsel dünyasını ifade etmesi, Schilder, Pfister ve Pfeifer‘in dikkatini nörotik ve psikotik sanat üzerine çekmiştir. Onların yayınları, yaratıcı sanatın bilinçdışı mekanizmasını vurgulamıştır.
Sanatın psikoterapide kullanımı 1930 larda ve özellikle de 2. dünya savaşı sonrasında başlamıştır. Bu dönemde sarsılmış ve bütün değerleri altüst olmuş toplum, onarılmaya ve rehabilite edilmeye gereksinim duymaktaydı ve sanat bunun için uygun bir yöntemdi. Sanat bu dönemde, içerideki acıya, insancıllık, saygı ve şevkatle bakmayı sağlayan bir yaklaşım olarak öne çıkmaktaydı.
1960-80 arası bu devrede antipsikiyatrik bakışın sanat tedavisine de etkileri olmuştur. Bu kültür, devlete, Ortodoks meslek uygulamalarına, kurumlara ve genelde bunların altında yatan dar görüşlü tutucu zihniyetlere karşı gelişen kültürel tepkinin bir parçası olarak geliştiği için sol görüşlerle paralellikler taşısa da bir kurum gibi gördüğü politikaya da karşıydı. Tüm bu mirası reddeden bir tutum geliştirirken kendi içine dönüp bilincin değiştirilmesine de yöneldi. Bu içe dönüş, boşluğu doldurmak için birçok şeyi seçti, müzik, doğu felsefeleri, LSD ve diğer maddeler vb.. Bu dönemde adete alternatif bilincin spontan ortaya çıkması gibi görünen şizofreni yüceltildi ve onu kurban eden kurumsal psikiyatri suçlandı.
Bu dönemde sanat daha çok psikanalitik görüşlerin etkisinde gelişmişti.
Klinik-Psikodinamik Çalışmalar
Freud’un, topografik kuramında bilinçdışını açıklayarak bastırma (represyon), gerileme (regresyon), yoğunlaştırma (kondansasyon), çözülme (disosiasyon) ve sembolizosyonu tanımlamasıyla beraber, psikoanalistler için psikotik ve nörotik hastaların içsel dünyasını anlamak daha olası olmuştur. Psikoanalitik görüşün gelişimiyle beraber yaratma ve sanat ürünleri üzerine bilinçdışının etkileri önem kazanmıştır. Freud, bilinçdışının ve rüyaların oluşumu ile ilgili incelemelerinde, hastalarından, özellikle dağınık veya biçimsiz rüyalarını resmetmelerini istemiştir. Freud’un kendisi sanatı psikoterapide kullanmamış, onun incelemeleri teşhise dönük olmuştur. Sözlü sembolizmi tercih ettiğini söylemiş ve göstermiş olan Freud, konuşma sembolizminin evrenselliği üstünde durmuş ve sözlü sembolden önce oluşan görsel sembolleri küçümsemeye eğilim göstermiştir.
Jung ise Freud’dan ayrılarak semboller üzerine farklı yorumlar getirmiştir. Ona göre sembolün önemi ve anlamı, bilinen bir şeyin işareti olması değil fakat henüz bilinmeyen ve yalnız biçimlenme halinde olanı benzerlik yoluyla anlatmasıdır. Jung’un psikotik ve nörotik sanat ürünlerindeki semboller üzerine yorumları farklılıklar içermektedir. Freud, bu gibi materyalleri “arkaik miras” olarak yorumlarken, Jung “kollektif bilinçdışı”nın işaretleri olarak yorumlamıştır. Hastaların serbest çizimleri yoluyla ortaya çıkan bu sembolik materyalin “The Mythology of the Soul”da H.G.Baynes tarafından Jungian ve “The Rebirth of a Woman” da Gustav Bychowski tarafından Freudian analizleri yapılmıştır.
Sullivan, Horney ve Fromm gibi neo-Freudiyenler sanat terapistini, kişiler arası ilişkilerdeki özellikleri daha sofistike biçimde anlamayı sağlamada yardımcı olarak görmüşlerdir. Obje ilişkileri teorisi, bu yaklaşımı daha da geliştirmiştir. Sanat çalışması çarpıtılmış şekilde içe alınan nesnelerin dışsallaştırılmasında bir geçiş nesnesi olarak görülmüştür.
Anna Freud da, serbest çağrışım yapabilmede çocuğun yorumunun yetersizliğinden söz ederek, çocuk analizi yaklaşımında rüya ve gündüz rüyalarının yanı sıra çocukların çizimlerini de kullanmıştır.
Baynes (1940) ve Champernowne (1969-71), sanat terapistini bir tür “ebe” olarak görüyorlardı. O sanat eserini ortaya çıkartıyor ve psikoterapide terapist bunu yorumluyordu.
Sanatın, bir psikoterapi yöntemi olarak gelişiminin öncülerinden olan Margaret Naumburg, 1940'larda Freud'un bakış açısından, dinamik sanat terapi yaklaşımının gelişiminde yararlanmış ve sanatı terapötik iletişimde bir araç olarak kullanmıştır. Jung ve Sullivan'dan da etkilenen Naumburg (1950), "Schizophrenic Art: Its Meaning in Psychotherapy" kitabında psikotik ve nörotik sanatın özelliklerini incelemiş ve vaka örnekleri sunmuştur. Naumburg, "dinamik oryantasyonlu sanat terapi" olarak tanımladığı yaklaşımında, sanatın, hastaların yaptıkları serbest çizimler ve serbest çağrışım aracılığıyla bilinçdışı çatışmaları bilinçli hale getirmeye dönük, iyileştirici, katartik ve kominikatif özelliklerini vurgulamıştır.
1950'erde onu, Edith Kramer izlemiştir. Kramer, özellikle çocuklarla ilgili çalışmalar yapmıştır. Onun yaklaşımı, Naumburg'dan farklıydı. Kramer'e göre yaratıcı sürecin kendisi iyileştirici ve bütünleştirici güce sahipti.
Dinamik psikiyatrideki gelişmeler sanat terapi alanına da yansımış ve Arthur Robbins nesne ilişkileri, Mildred Lachman-Chapin kendilik psikolojisi kuramı çerçevesinde, sanat materyalini psikoterapötik ilişkide bir araç olarak kullanmıştır.
Nesne ilişkileri teorisi, bu yaklaşımı daha da geliştirmiştir. Winnicot, çocuklarla yaptığı çalışmalarda sanatı bir “geçiş nesnesi” olarak kullanmıştır.
K. Killick akut psikozda dinamik sanat psikoterapisini kullanmış, Killick (1987), resmi, içinde intrapsişik hareketin ve eylemin gerçekleşebileceği bir “saha” olarak tanımlamaktadır. Bu saha simge-öncesi yapıların ve ilişkilerin evrimi için uygun bir ortam işlevi görür, somut ve simgesel işlevsellik arasında bir “ara-alan” oluşturur.
Joy Schaverian, sanat eserini yapma ve ona bakma eylemi aracılığıyla hastanın psikolojik durumunda bir dönüşüm sağlayan “analitik farklılaşmayı” kabul eden ”Analitik Sanat Psikoterapisi” yaklaşımını önermiştir.
Bion’un tanımladığı konteynır (container), bilinçdışının derinliklerinde yer alan alfa ve beta öğeler kavramı, sanat materyalinin terapi çalışmasında anlaşılması ve kullanılmasında çok yararlı bir bakış sunmuştur. “ham deneyim” olarak tanımlanan “beta öğeler”, resme aktarılarak sembolik biçimlendirmeler ve anlamlandırılmalar yoluyla sindirilmiş “alfa öğelere” dönüşür. (Bebeğin jestlerinin anne tarafından anlamlandırılması gibi)
Ayrıca hümanistik, davranışçı ve kognitif yaklaşımlar çerçevesinde de sanatı kullanım alanları gelişmiştir. Bu yaklaşımların kendi kuramsal önermeleri doğrultusunda çeşitli biçimlerde sanat terapide kullanılmaya başlamıştır.
Ancak sanatı psikoterapötik bir araç olarak kullanan bütün yaklaşımlar, yaratma sürecinin bilinçdışı niteliğiyle bağlantılı olarak psikodinamik görüşlere hep daha yakın olmuşlardır.
Ülkemizde de ilk olarak sanatın psikiyatride kullanımı 1950’li yıllarda İÜ İTF Psikiyatri Anabilim Dalı Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı’nda Dr. Kazım Dağyolu ve Dr. Süleyman Velioğlu öncülüğünde başlamıştır.
Sanatın psikoterapi ve rehabilitasyondaki işlevi
Yaşamın içinden çıkan bir insan etkinliği olarak sanatın, insanlıkla yaşıt olduğunu söyleyebiliriz. Varolanla varolmayan arasında bulunan sanatsal süreç, bu iki alanı bir araya getirmeye çalışır. İnsanın, gerçekliği aşması ya da kendine özgü başka bir gerçeklik yaratmasıdır. Düşle gerçek arasında kurulan bir köprü olarak sanatsal etkinlik, akıl ile akıl dışı, düşlem ile gerçek, imgeler ile nesneler arasında bir bağ kurma eylemidir. Kısaca sanat, insanın kendisini tanımasının, dönüştürmesinin ve yaratmasının bir dışavurumu ya da bir serüvenidir diyebiliriz. .Bu serüven sonunda insanın, başkaları aracılığıyla kendini tanıdığını, varlığını kanıtladığını, kendini aşma çabası içinde kendi bilincine vardığını gözleriz.
Yaratıcılık
İnsanda yaratıcılık, iki aşamalı bir süreç şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Başlangıçta, hayal gücünün yaratıcı etkinliğinin bir sonucu olarak içsel imajların oluşumu şeklinde, ve taştan, metalden, seslerden, sözcüklerden, vücut hareketlerinden, boyalardan oluşan, yani, imgesel içeriği taşıyan biçimlendirmeyle. Ki bu yol, içte olanın sembolik dışavurumu yoluyla diğerleriyle iletişimi sağlayan bir araç oluşturmaktadır
Aslında yaratmayı tartışmak güçtür. Tam olarak, neden bazıları diğerlerinden daha yaratıcı, daha imajinatiftir bilinmez. Ancak çok sayıda teorisyen, insanın ruhsal yaşantısı ile derinden ilgili olan sanat ve yaratıcılığı psikolojik olarak ele alma eğilimi göstermiştir. Fakat bu eğilimi psikoanalitik ve deneysel yöntemlere oturtan görüşler yenidir.
Psikoanalitik ekolü kuran S.Freud, (1856-1939) ünlü sanatçıları, onların eserleri üzerinde tartışmalar yaparak inceler. Analitik görüş, izlenim, rüyalar, bilinç, fantazya, imajinasyon, dikkat sorunları üzerinde yoğunlaşır.
Freud' a göre psikanalitik açıdan yaratıcılık, sorunlara yeni ve geçerli çözümler bulabilme yeteneğidir. Bu aynı zamanda çekici, ikna edici ve anlamlı özellikler taşıyan imgesel ürünler yaratma becerisidir. İmgelem (imagination) ise gerçekte varolmayan nesne ve olayların tasarımlarını kavrama sürecidir. Gerçekdışı, uydurmaca, kurmaca türündeki tasarımları üreten bu süreç, daha önce hiç düşünülmemiş sorunlara ve gereksinimlere yanıt verir. Çocuklukta başlayan ve temelde biyolojik süreçler ve etkileşimlerle ilişkili olan ve simgesel dönüşüme uğrayan bilinçdışı fantazi, bütün düşünce ve duyguların altında yatan yaratıcı etkinliğe işaret eder. Freud, yaratıcılığın, bastırılmış seksüalite ve saldırganlıktan kaynaklandığını ileri sürmekte ve yasaklanmış dürtülerin yüceltilmesi biçiminde süblimasyon teorisiyle açıklamaktadır. Freud, bilimsel araştırmanın kökenini fallik fiksasyon ve bastırılmış hostilite, sanatsal yaratmanın kökenini ise oral fiksasyona bağlamıştır.
Ernst Kris ise, Freud'un teorisinde modifikasyon yaparak sanatta görülen regresyonun fiksasyona bağlı olmadığını, geçici, dönüşlü, ve kontrol edilebilir olduğunu belirtir. 1952'de oldukça kabul gören " ego hizmetinde regresyon" teorisini ileri sürmüştür. Kris bu teorisinde, egonun mantıkdışı/öncesi birincil düşünce süreçlerine gerileyip, hemen ardından ikincil düşünce sürecine ve mantığa geri döndüğünü ve birincil düzeyin ham madde ve veri kaynağı oluştururken ikincil düzeyde verileri kullandığını varsaymaktadır.
Melanie Klein'in görüşlerinin etkisi altında, yaratıcılığın depresif ya da şizoid bir yapısal ortamda ortaya çıktığını öne süren görüşler olmuştur. Bu görüşlere göre, yaratıcılığın ya yıkıcılık veya fantazilerle, bir onarım yapma çabasıyla olduğunu, ya da bazı şizofrenlerde görülen sanrısal sistem oluşumuna benzediğini kanıtlama denemeleri yapılmıştır.
Daha sonra bu alanda Ernest Jones, Carl Gustav Jung, Alfred Adler, Otto Rank gibi isimler, sanat yapıtı aracılığıyla sanatçının bilinçaltının temellerini ortaya çıkarmaya dönük görüşler ileri sürmüşlerdir.
Ernest Jones'a göre gerçek simgeleştirme, baskılayıcı eğilimler ile baskılananlar arasındaki intrapsişik çatışmadan doğar. Ona göre yalnızca baskılanan simgeleştirilir ve bu süreç tamamiyle bilinçdışıdır.
Otto Rank, sanat eserinin yaratımında Oidipus kompleksinin önemli bir yeri olduğunu vurgularken, yalnız bilinçaltının değil bilincin de bunda payı olduğunu öne sürer.
Adler'in en göze çarpan kavramı "yaratıcı self" tir.
Jung ise yaratıcılığı, tüm insanlığın mirasını oluşturan kollektif bilinçdışının ürünleri olarak görür. Bunlar evrensel semboller olarak sanat ürünlerine yansımaktadır. Bilinçdışı süreçlerin belirtilerini Jung, resimlerdeki kaotik çok yönlülükte, resimdeki düzende, açık ve koyunun kontrasında, üst ve altın,sağ ve solun zıtlığında izlemektedir. Bütün bu fenomenlerin ortaya çıkış ve görülme sıklığı, bizim için bilinçdışı olan düzenleyicilerle yönlenen fantazimizle, insanlığın arkeoloji ya da etnoloji yoluyla ortaya çıkarılabilen bütün ruhsal deneyimi arasında bir köprünün var olduğunu göstermektedir.
Sanata ve yaratıcılığa deneysel psikoloji açısından yaklaşan bir diğer akım ise algılama olayı ile ilgilenen "Gestalt" okuludur. Algılama işlemi, çevredeki eşya ve olayların bünyeleşmiş bütünler halinde kavranmasını sağlayan psikolojik bir olgudur. Algılama sorununu, en kaba çizgileriyle açıklığa kavuşturabilmek için, önce fizyolojik bir problemi, yani, duyularla, algılanan izlenimlerin hangi yollardan geçerek zihne işlediğini bilmek gerekir. Görülen nesnelerin, gözün ağ tabakasındaki kopyalarının ne ölçüde gerçekleştiği oldukça karmaşık bir fiziksel sorundur. Başta göz olmak üzere, bütün duyu organlarımız bu kayıtları beyne tekrar yollayarak bir yoruma açık tutarlar. Bu duyu aktivitesi, vizyon, renk, form vb. birikmesiyle üretilir. İnsan, algı ve duygu tarzlarını, ilişkide olduğu çevre ile koordine etmek üzere, bebekliğin erken aylarından başlayarak algılamaya, tanımaya başlar. Tanımayla birlikte, belirli kişi ve eşyalar, ötekilere göre özel anlamlar yüklenir. Eşyalar, kişi ve nesneler özellikle ve önemlerine göre derece derece bilinçaltına girerler. Bu hiyerarşi, tanıma ve kişiliğin oluşumunda, belirli objeleri, belirli bir bütün içinde kavramayı sağladığı gibi, belirli mekan ve bütünlükler o bütün içinde yer alan figürleri daha çabuk algılamayı sağlar. Özellikle tanıma faaliyeti, çizgi ve renklerin sembolik değerlere dönüşmesini sağlar. Böylece bir bebek için anne ve babanın yüz çizgileri, bir eşyanın şekli, rengi tanınan ve bilinen renkler olur. Çizgi ve renklerin sembolik değerleri kazanması, bunları birer anlatım aracı biçimine dönüştürür. Yaratıcılık, sanatın konusu olmazdan önce, insanın psişik yapısında gerçekleşen bir işlemdir ve görüntüsü ve biçimleri mevcut olan zihinsel malzemeye dayanmaktadır. Organik bozukluklarda ve algılamanın bozulduğu psikotik durumlarda kişinin yaratım faaliyetindeki bozulmalar onların çizimlerinde görülmektedir.
Psikiyatride sanat tedavisinin gelişimi
Psikiyatride, hastaların yaptıkları sanat ürünleri üstüne ilk klinik/deskriptif incelemeler, 19. yüzyılın son çeyreğinde (1876-1888) Fransız psikiyatr Max Simon ve İtalyan psikiyatr ve suç hukuku uzmanı Cesare Lombroso tarafından yapılmıştır. Onlar bu ürünlere deliliğin belirtilerini aramak için bakmışlar ve çalışmaları psikotik hastaların sanat ürünlerindeki stilizasyon ve sembolizasyon üzerinde değerli katkılar sağlamıştır. Simon ve Lombroso, bu hastaların sanat ürünlerini inceleyerek, psikozların deskriptif sınıflamasına katkı sağlamıştır. Bugün paranoid şizofreni olarak tanımladığımız durumlar için ilk kez “monomania” terimini kullanmış ve bu hastaların resimlerine yansıyan özellikleri tanımlamışlardır.
O dönemde Paul Meunier gibi başka bir grup ise bu ürünlere “iç dünyanın dışa vurumu ve yaratıcılık” açısından bakmışlardır. Resmi sanat söylemi ise bu yapıtları “ifadenin ilkel biçimi” şeklinde niteleyerek ilgi alanından dışlamıştır.
Daha sonra 20. yüzyılın başlarında bu yapıtlar herkesi derinden etkilemeye başlamıştır.
Daha sonra Mohr (1906-7), psikotik hastaların teşhisine dönük çalışmalara katkı sağlayıcı denemelerde bulunmuştur. Mohr, çok iyi planlanmış, teşhis amaçlı deneyimsel çizimler üzerine incelemeler yaparak katatonik ve manik-depresif hastaların sanat ürünlerinde görülen ortak özellikleri incelemiştir. Bu erken deneyimsel çizim testleri, bugün psikotik ve nörotik hastaların teşhisinde yaygın olarak kullanılan, Rorschach, Goodenough, Themetic Apperseption ve Szondi gibi projektif testlerin gelişimini hazırlamıştır.
Hans Prinzhorn (1916-1926), “Heidelberg Collection” olarak bilinen, Avrupa’daki birçok akıl hastanesindeki hastaların yaptığı sanat çalışmalarından çok geniş bir koleksiyon oluşturarak, bu yolla onların içsel psikolojik süreçlerini incelemiştir. Prinzhorn, psikotik sanata estetik açıdan yaklaşmış ve psikotiklerin, çocukların ve ilkel insanların sanat ürünlerindeki benzerlikleri incelemiştir.
1920’lerde, kübist ve ekspresyonist sanatın etkisiyle psikiyatristler kadar sanatçılar da, psikotik hastaların sanat ürünleriyle ilgilenmeye başlamışlardır. Sanatçının, sanat ürünleri aracılığıyla içsel dünyasını ifade etmesi, Schilder, Pfister ve Pfeifer‘in dikkatini nörotik ve psikotik sanat üzerine çekmiştir. Onların yayınları, yaratıcı sanatın bilinçdışı mekanizmasını vurgulamıştır.
Sanatın psikoterapide kullanımı 1930 larda ve özellikle de 2. dünya savaşı sonrasında başlamıştır. Bu dönemde sarsılmış ve bütün değerleri altüst olmuş toplum, onarılmaya ve rehabilite edilmeye gereksinim duymaktaydı ve sanat bunun için uygun bir yöntemdi. Sanat bu dönemde, içerideki acıya, insancıllık, saygı ve şevkatle bakmayı sağlayan bir yaklaşım olarak öne çıkmaktaydı.
1960-80 arası bu devrede antipsikiyatrik bakışın sanat tedavisine de etkileri olmuştur. Bu kültür, devlete, Ortodoks meslek uygulamalarına, kurumlara ve genelde bunların altında yatan dar görüşlü tutucu zihniyetlere karşı gelişen kültürel tepkinin bir parçası olarak geliştiği için sol görüşlerle paralellikler taşısa da bir kurum gibi gördüğü politikaya da karşıydı. Tüm bu mirası reddeden bir tutum geliştirirken kendi içine dönüp bilincin değiştirilmesine de yöneldi. Bu içe dönüş, boşluğu doldurmak için birçok şeyi seçti, müzik, doğu felsefeleri, LSD ve diğer maddeler vb.. Bu dönemde adete alternatif bilincin spontan ortaya çıkması gibi görünen şizofreni yüceltildi ve onu kurban eden kurumsal psikiyatri suçlandı.
Bu dönemde sanat daha çok psikanalitik görüşlerin etkisinde gelişmişti.
Klinik-Psikodinamik Çalışmalar
Freud’un, topografik kuramında bilinçdışını açıklayarak bastırma (represyon), gerileme (regresyon), yoğunlaştırma (kondansasyon), çözülme (disosiasyon) ve sembolizosyonu tanımlamasıyla beraber, psikoanalistler için psikotik ve nörotik hastaların içsel dünyasını anlamak daha olası olmuştur. Psikoanalitik görüşün gelişimiyle beraber yaratma ve sanat ürünleri üzerine bilinçdışının etkileri önem kazanmıştır. Freud, bilinçdışının ve rüyaların oluşumu ile ilgili incelemelerinde, hastalarından, özellikle dağınık veya biçimsiz rüyalarını resmetmelerini istemiştir. Freud’un kendisi sanatı psikoterapide kullanmamış, onun incelemeleri teşhise dönük olmuştur. Sözlü sembolizmi tercih ettiğini söylemiş ve göstermiş olan Freud, konuşma sembolizminin evrenselliği üstünde durmuş ve sözlü sembolden önce oluşan görsel sembolleri küçümsemeye eğilim göstermiştir.
Jung ise Freud’dan ayrılarak semboller üzerine farklı yorumlar getirmiştir. Ona göre sembolün önemi ve anlamı, bilinen bir şeyin işareti olması değil fakat henüz bilinmeyen ve yalnız biçimlenme halinde olanı benzerlik yoluyla anlatmasıdır. Jung’un psikotik ve nörotik sanat ürünlerindeki semboller üzerine yorumları farklılıklar içermektedir. Freud, bu gibi materyalleri “arkaik miras” olarak yorumlarken, Jung “kollektif bilinçdışı”nın işaretleri olarak yorumlamıştır. Hastaların serbest çizimleri yoluyla ortaya çıkan bu sembolik materyalin “The Mythology of the Soul”da H.G.Baynes tarafından Jungian ve “The Rebirth of a Woman” da Gustav Bychowski tarafından Freudian analizleri yapılmıştır.
Sullivan, Horney ve Fromm gibi neo-Freudiyenler sanat terapistini, kişiler arası ilişkilerdeki özellikleri daha sofistike biçimde anlamayı sağlamada yardımcı olarak görmüşlerdir. Obje ilişkileri teorisi, bu yaklaşımı daha da geliştirmiştir. Sanat çalışması çarpıtılmış şekilde içe alınan nesnelerin dışsallaştırılmasında bir geçiş nesnesi olarak görülmüştür.
Anna Freud da, serbest çağrışım yapabilmede çocuğun yorumunun yetersizliğinden söz ederek, çocuk analizi yaklaşımında rüya ve gündüz rüyalarının yanı sıra çocukların çizimlerini de kullanmıştır.
Baynes (1940) ve Champernowne (1969-71), sanat terapistini bir tür “ebe” olarak görüyorlardı. O sanat eserini ortaya çıkartıyor ve psikoterapide terapist bunu yorumluyordu.
Sanatın, bir psikoterapi yöntemi olarak gelişiminin öncülerinden olan Margaret Naumburg, 1940'larda Freud'un bakış açısından, dinamik sanat terapi yaklaşımının gelişiminde yararlanmış ve sanatı terapötik iletişimde bir araç olarak kullanmıştır. Jung ve Sullivan'dan da etkilenen Naumburg (1950), "Schizophrenic Art: Its Meaning in Psychotherapy" kitabında psikotik ve nörotik sanatın özelliklerini incelemiş ve vaka örnekleri sunmuştur. Naumburg, "dinamik oryantasyonlu sanat terapi" olarak tanımladığı yaklaşımında, sanatın, hastaların yaptıkları serbest çizimler ve serbest çağrışım aracılığıyla bilinçdışı çatışmaları bilinçli hale getirmeye dönük, iyileştirici, katartik ve kominikatif özelliklerini vurgulamıştır.
1950'erde onu, Edith Kramer izlemiştir. Kramer, özellikle çocuklarla ilgili çalışmalar yapmıştır. Onun yaklaşımı, Naumburg'dan farklıydı. Kramer'e göre yaratıcı sürecin kendisi iyileştirici ve bütünleştirici güce sahipti.
Dinamik psikiyatrideki gelişmeler sanat terapi alanına da yansımış ve Arthur Robbins nesne ilişkileri, Mildred Lachman-Chapin kendilik psikolojisi kuramı çerçevesinde, sanat materyalini psikoterapötik ilişkide bir araç olarak kullanmıştır.
Nesne ilişkileri teorisi, bu yaklaşımı daha da geliştirmiştir. Winnicot, çocuklarla yaptığı çalışmalarda sanatı bir “geçiş nesnesi” olarak kullanmıştır.
K. Killick akut psikozda dinamik sanat psikoterapisini kullanmış, Killick (1987), resmi, içinde intrapsişik hareketin ve eylemin gerçekleşebileceği bir “saha” olarak tanımlamaktadır. Bu saha simge-öncesi yapıların ve ilişkilerin evrimi için uygun bir ortam işlevi görür, somut ve simgesel işlevsellik arasında bir “ara-alan” oluşturur.
Joy Schaverian, sanat eserini yapma ve ona bakma eylemi aracılığıyla hastanın psikolojik durumunda bir dönüşüm sağlayan “analitik farklılaşmayı” kabul eden ”Analitik Sanat Psikoterapisi” yaklaşımını önermiştir.
Bion’un tanımladığı konteynır (container), bilinçdışının derinliklerinde yer alan alfa ve beta öğeler kavramı, sanat materyalinin terapi çalışmasında anlaşılması ve kullanılmasında çok yararlı bir bakış sunmuştur. “ham deneyim” olarak tanımlanan “beta öğeler”, resme aktarılarak sembolik biçimlendirmeler ve anlamlandırılmalar yoluyla sindirilmiş “alfa öğelere” dönüşür. (Bebeğin jestlerinin anne tarafından anlamlandırılması gibi)
Ayrıca hümanistik, davranışçı ve kognitif yaklaşımlar çerçevesinde de sanatı kullanım alanları gelişmiştir. Bu yaklaşımların kendi kuramsal önermeleri doğrultusunda çeşitli biçimlerde sanat terapide kullanılmaya başlamıştır.
Ancak sanatı psikoterapötik bir araç olarak kullanan bütün yaklaşımlar, yaratma sürecinin bilinçdışı niteliğiyle bağlantılı olarak psikodinamik görüşlere hep daha yakın olmuşlardır.
Ülkemizde de ilk olarak sanatın psikiyatride kullanımı 1950’li yıllarda İÜ İTF Psikiyatri Anabilim Dalı Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı’nda Dr. Kazım Dağyolu ve Dr. Süleyman Velioğlu öncülüğünde başlamıştır.
Sanatın psikoterapi ve rehabilitasyondaki işlevi
- Taşıyıcı/tutucu bir kap “konteynır” işlevi
- Geçiş nesnesi işlevi
- İletişim aracı/alanı olma
- Dışlaştırma, somutlaştırma, kalıcı görsellik
- Dürtülerin yıkıcı olmayan biçimde dışavurumuna olanak sağlama
- Terapötik kohezyon-enerji oluşturma
- Düzeltici duygusal deneyim sağlama
- Katarsiz
- Uzamsal/uzaysal yapı
- İmge, imaj, sembol oluşturma
- Narsisistik yatırım yoluyla kendiliği besleme
- Süblimasyon yoluyla dürtülerin düzenlenmesi
- Savunmaların olgunlaştırılması
- Sözel iletişimin bozuk olduğu hastalarda,
- Otistik, mental gerilik, davranış bozukluğu gösteren çocuklarda,
- Şizofreni vb. psikotik durumlarda,
- Yaşlı, fiziksel mental problemi olan hastalarda,
- PTSD gösteren hastalarda (özellikle travmaya bağlı olarak yaşanan inkar ve agresyonun düzenlenmesinde),
- Fiziksel hastalıklarda (Kanser, bazı nörolojik bozukluklar, kronik ağrı vb. hastalıklar)
- Terapi sürecinde yoğun aktarım ve karşıaktarım duyguları oluşturan kişilik bozukluklarında (yoğun biçimde terapi ilişkisine aktarılan ve terapi ilişkisini bozan tutumlara karşı bir konteynır olarak).