Kitabın Tanıtım Bülteninden: Müzik terapi kendine özgü metotları, terminolojisi, sınırları, çalışma alanları, eğitim programları, pratisyenleri, gereklilikleri, sorunları gibi bileşenleriyle başlı başına büyük bir disiplindir. Batı dünyasında profesyonel veya amatör merakın yönlendirmesiyle bu disiplinle karşılaşan pek çok kimsenin öncelikli olarak müzik terapisinin tanımlanması aşamasında edindiği bir başvuru kaynağı olan bu kitap, 1970'lerden itibaren Bruscia'nın müzik terapiyi tanımlama arzusuyla çıktığı yolculuğun bir sonucudur. Bu kitapta müzik terapiye ilişkin çok şey bulacaksınız; ancak hangi makamın ya da tonun hangi hastalığa iyi geldiği, insanların hangi müziği dinleyerek kanseri yeneceği, ya da hamilelerin hangi müzikleri dinlediklerinde bebeklerinin dahi olabileceği gibi soruların cevapları ne bu kitapta ne de müzik terapi disiplininde bulunur. Aksine bu kitap, vibroakustik terapi, tıpta veya terapide müziğin kullanımı, müzik eğitimi ve müzik terapi disiplini arasındaki farkları gösteren temel bir kaynaktır. Elinizdeki bu çalışma, çok disiplinli bir alan olan müzik terapiye giriş aşamasında en önemli eserlerden birisi olarak, dünyada satıldığı tüm ülkelerde olduğu şekliyle ülkemizde de hem doktorlar, hemşireler, psikolojik danışmanlar gibi sağlık çalışanlarına, hem müzik alanında çalışanlara, hem de konuya ilgi duyan herkese hitap etmektedir.
1 Yorum
Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalıyorsak, o zaman çıkış nerede?Ünlü psikanalist Susan Orbach, Bağlanma Kuramı’nın öncülerinden John Bowlby’i anma toplantısında (2003) yaptığı konuşmada, “Beden yalnızca zihin için bir araç değildir, beden kendisi olma arayışındadır. Beden kendisini inşa edebilmek ve kendisini oluşturabilmek için odada bir diğer bedene ihtiyaç duyar. Beden, kendilik gibi yalnız ve yalnız ilişki içinde oluşabilir” diyor. İlişkisellik içinde kendini var etme mücadelesi veren bedenlerimiz kim bilir ne çok deneyimi ve yaralanmayı sessiz bir biçimde kaydediyor düşündünüz mü? Zihin bu kayıtların hangi bölümlerini acıyı katlanılmaz bulduğu için erişilmesi zor köşelere gönderiyor? Çocuklukta yaşanılan acıların inkarı ve bunun hayatlar ve toplum üzerindeki etkisi temasına odaklanan, felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğrenimi görmüş ünlü psikanalist ve yazar, Alice Miller (1923-2010) “Beden Asla Yalan Söylemez” kitabında deneyimlerimizin kayıtlarının hücrelerimizde olduğu gibi tutulduğunun altını çizerken, gerçek ve güçlü duyguların inkarının; anıların, duyguların ve ihtiyaçların, fark etmeden bastırılmasının bedenlerimiz üzerindeki etkisiyle, bireysel ve toplumsal düzlemde ödenen bedelleri aktarıyor. Miller kitabında, çocukluk acıları ve yaşanılan istismarların inkarının, “gerçek hissedilenin” yerini “neyin hissedilmesi gerektiğine ” bırakması arasındaki ilişkiye odaklanıyor. “Neyin hissedilmesi gerektiğinin” çoğunlukla ahlak ve kurumsallaşmış dinin talepleri tarafından tayin edilmesi bireyin bazı duyguları kendisine hissetme izni vermesini imkansızlaşıyor. Çünkü ahlak ve kurumsallaşmış dinin “emri” kişinin anne babasını her koşulda, her türlü suistimale rağmen sevmesi gerektiğini “dikte ediyor”. İçselleştirilen bu emri yerine getirme kaygısıyla gerçek hissedilenin feda edilmesi, bireyin kendi gerçekliğinden vazgeçmesi, içsel çatışmanın temelini oluşturuyor. Çünkü bedenimiz ahlak kurallarına değil, nefes alma, dolaşım, sindirim gibi işlevlerine göre, yalnızca gerçekten hissettiğimiz duygulara tepki gösteren bir sistem. Alice Miller bu durumun yarattığı baskının sonucunu şu şekilde ifade etmiş; “Çocukluklarında sevilen insanlar, bunun karşılığında anne ve babalarını seveceklerdir onlara anne ve babalarını sevmelerini söyleyen bir emre gerek yoktur. Bir emre itaat, asla bir sevgi doğuramaz”(s.61)… Beden gerçeklere göre yaşar . Samimi gerçek duygular üretilemez yok edilemez de. Bu duygular yalnızca bastırılabilir, kendimizi avutabilir ve bedenlerimizi kandırabiliriz”( s. 29; s. Miller, bu kandırma ve avutma halinin çocuklukta çekilen acıların önemsiz görülmesinin beden üzerindeki etkilerini psikoterapist olarak vaka deneyimlerimden ve ünlü yazarların biyografilerinden yola çıkarak (Marcel Proust’un astımı, Yukio Mişima’nın 44 yaşında uyguladığı hara-kiri, James Joyce’un geçirdiği sayısız göz ameliyatı gibi) örneklerle somutlaştırıyor. Miller’ın kitabını okudukça, istismarın yaralarını küçümsemeyi, savuşturmayı bırakmanın, iyileşmeye ve sağlıklı yetişkinliğe giden yolun ön koşullarından biri olduğuna ilişkin inancınız artacaktır. Çünkü, “yetişkinlik hakikati inkar etmemektir, bedenin duygu seviyesinde hatırladığı hikayeyi bilinçli olarak kabul etmek ve bastırmak yerine o hikayeyi birleştirmek demektir” (s. 91). Burada esas olan veya önerilen ebeveynlerden intikam almak değil, olanları olduğu gibi görmenin özgürleştiriciliğidir. Ancak o zaman kendi hayatlarımızı onaylayıp, kendimize saygı duymayı becerebileceğimiz ve biraz olsun “dinlenebileceğimiz” unutulmamalıdır. Bunu gerçekleştirebilme noktasında ise kişinin kendisinden taraf olabilecek bir yoldaşa, refakatçiye, “aydınlanmış bir tanığa” ihtiyacı bulunmaktadır. Miller, bu tanımlarla psikoterapistlerin esas rolünü ortaya koyuyor. Dolayısıyla her türlü akademik ve kuramsal eğitimin de ötesinde ihtiyacımız olan bedende saklı olan bilginin gücüne saygı göstermek, kendi çocukluğumuzda başımıza gelen gerçeklere bakabilmek, yaşam öykümüzün gizli kalmış parçalarıyla buluşabilmek, acılara göğüs gerebilmek ve büyüyebilmek…. Alice Miller’ın kitabı pikoterapide bedeni, tüm duyuları dahil eden, duyguların sağlıklı dışavurumunu destekleyen yaklaşımların (resim, hareket vb. araçların kullanıldığı sanat terapisi, psikodrama vb.) etkililiğini desteklemesi açısından da beni etkiledi. Okuyan Us Yayınevinden, Cihan Dansuk’un çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan, Alice Miller’in “Beden Asla Yalan Söylemez” kitabını, yüzleşmeye açık tüm psikoterapistlerin okuması gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa kendimizi derinden anladıkça, örtü biraz daha kalkacak ve sunabileceklerimiz de o oranda sahici olacak… Üniversiteden yeni mezun olmuş bir psikolog olarak yönelebileceğim sayısız alan ve bir o kadar farklı yaklaşım söz konusu. Öte yandan, bugüne kadar katılmış olduğum çeşitli staj programlarındaki gözlemlerim arasında belki de en çok öne çıkan, çocuklarla resim arasındaki büyülü ilişki oldu. Resim, çocuğun iç dünyasına açılan bir kapı gibi. Bu kapıdan içeri girerek, çocuğun karalamalarını, kullandığı renkleri, eksik ya da abartılı çizdiği çeşitli figürleri ve sayfayı kullanış şeklini doğru şekilde yorumlamak; uzmanlara çocuk hakkında son derece değerli bilgiler sunmaktadır. Çocuk çizimleri çoğu zaman göründüğünden çok daha fazla anlam ifade ederler. Bize çocukların kişilikleri, kişisel problemleri, korkuları, ilişkileri ve beklentileri hakkında oldukça belirgin ipuçları verirler. Ayrıca çocukların gelişim ve becerilerinin yanı sıra, yaşıtlarıyla karşılaştırıldığında hangi düzeyde oldukları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlarlar. Çocukların çizimleri sayesinde onların aileleri ve çevreleriyle olan ilişkileri hakkında çok şey öğrenebiliriz. Bir aile üyesinin abartılı çizilmiş, hatta bazen sayfaya sığdırılamamış olması, çoğu zaman tesadüf eseri değildir. Çocuk aslında çizdiği resmi yoluyla o anda bize aile dinamikleri hakkında kritik bir bilgi sunmaktadır. Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in yedi yıl boyunca toplayarak incelediği çocuk resimlerinin temelini oluşturduğu “Resimleriyle Çocuk” adlı kitabı, çocuk çizimleri hakkında oldukça zengin bir kaynak kitabı niteliğinde. Prof. Yavuzer’e göre bu çalışmanın amacı, resim yoluyla çocuğu tanımak, onun iç dünyası ve yakın çevresiyle olan ilişkileri hakkında bilgi edinmek. Yine Prof. Yavuzer’e göre resim etkinliğinin aynı zamanda sözsüz dili oluşturması ve bu yolla anlatımın kolay olması, yaşı ya da kişilik özellikleri dolayısıyla sözlü iletişim kurmakta güçlük çekilen çocukları tanımada önemli bir teşhis aracı olmasını sağlamakta. “Resimleriyle Çocuk” adlı kitabında Prof. Dr. Haluk Yavuzer öncelikle çocuk çizimleri hakkında farklı görüşlere yer vermekte ve bu konuda yapılmış çeşitli araştırmalar hakkında bilgi sunmaktadır. Sonraki bölümde ise resmin çocuk gelişimindeki aşamalarına yer vermektedir. Haluk Yavuzer bu aşamaları sırasıyla “karalama evresi“ (2-4 yaş); “şema öncesi dönem” (4-7 yaş); “şematik dönem” (7-9 yaş); “gerçekçilik (gruplaşma) dönemi” (9-12 yaş); ve “görünürde doğalcılık dönemi” (12-14 yaş) olarak tanımlamaktadır. Karalama evresinde çocuğun çizdiği gelişigüzel çizgiler, çocuğun gelişimi açısından önemli bir adım olarak görülmektedir. Yavuzer’e göre karalama çocuğun bedensel ve coşkusal gelişiminin bir yansımasıdır. Şema öncesi evrede çocuk, canlandırmak istediği obje ya da kavramla ilişki kurma kaygısını yaşamaya başlar. Genelde dört yaş civarında çocuklar oldukça tanınabilecek cisimler yapmaya başlarlar. Bu dönemde çocukta görüş büyük ölçüde özneldir; duyguların egemenliğindedir; fantezilerle doludur. Çocukların insan ve çevre hakkında oluşturdukları görüşler, Yavuzer’in “şematik dönem” olarak tanımladığı süreçte resimlere şemalar olarak yansır. Çocuğun bir şeye yüklediği duygusal anlam, deneyimleri, şemanın oluşunu etkiler. Gerçekçilik (gruplaşma) döneminde çocuk artık toplumun bir üyesi olduğundan haberdardır. Bu durum resimlere daha ayrıntılı çizgiler ve daha gerçekçi bir yaklaşım olarak yansır. Mekân ve perspektif artık kendini gösterir. Çizgilerde erken yılların güçsüz fakat özgür havası kalkmış, içinde yaşadığı kültüre uyma kaygısı egemen olmuştur. Ergenliğin başlangıcına rastlayan “görünürde doğalcılık” döneminde ise, çocukların giderek doğal çevrelerinden haberdar oldukları dikkat çeker. Bu dönemde insan figürü büyük bir ayrıntıyla çizilmekte, çocuk veya ergen objelerin orantılarını, boyutlarını, derinliklerine çizgilerine yansıtmaya çalışmaktadır. Prof. Dr. Haluk Yavuzer ayrıca kitabında velilere ve öğretmenlere, çocukların yaratıcı süreçleri hakkında nasıl bir tutum takınmaları gerektiği konusunda oldukça yararlı önerilerde bulunmaktadır. Özellikle okul öncesi dönemlerde, çocuk yaratıcılığını kullanarak ve deneme yanılma yoluyla kendini resim yoluyla ifade etmeyi öğrenmektedir. Bu öğrenme süreci içinde ailenin çocuğun çizimlerini gerçekle bağdaşmadığı için eleştirmesi ve düzeltmeye çalışması, onun hevesini kıracak, yaratıcı sürecine zarar verecektir. Aynı şekilde malzeme ve konu seçimiyle ve yaratım süreci esnasında çocuğu özgür bırakmak, ona sadece çizim yapabilmek için gerekli olanakları sağladıktan sonra çocuğu sanatıyla baş başa bırakmak da gereklidir. Çocuklarda kendini ifade etmek içgüdüsel bir istektir ve bu süreci ne kadar özgürce ve içlerinden geldikleri gibi yaşarlarsa, yaratıcılıkları o denli gelişecektir. Yaratım süreci bittikten sonra çocuklardan resimlerini açıklamalarını istemek ise kendi çizimleri üzerinde bir değerlendirme yapmalarını sağlayacaktır. Bu sayede onlara, daha sonraki sanatsal ürünleri hakkında yeni düşünme ve uygulama teknikleri geliştirmeleri için fırsat sağlanmış olur. Yalnız unutulmaması gereken bir şey vardır ki resim, tek başına çocuğun kişiliği, algı ve tutumları hakkında tümüyle fikir sahibi olabileceğimiz bir araç değildir. Ancak yapılan gözlem, görüşme ve çeşitli psikolojik ölçeklerin tamamlayıcısı olarak kullanıldığında çocuğa ulaşabilmek için oldukça etkili bir yol olur. Kitabın son bölümünde ise zekâ, kişilik ve yakın çevre özellikleri açısından gruplandırılmış çeşitli çocuk çizimlerine yer verilmektedir. Bu kısımda gerek çizimler hakkında, gerekse çizimi yapan çocuğun kişilik özellikleri, aile ilişkileri ve sosyal öyküsü hakkında bazı bilgiler yer almaktadır. Prof. Yavuzer’in kitabında yer verdiği birbirinden çarpıcı pek çok örnek arasından, beni en çok etkileyen iki resimden söz etmek isterim. Babasını dört ay önce kaybetmiş olan bir çocuktan bir aile resmi çizilmesi istendiğinde, kendisini anne ve babasıyla beraber sayfanın çok küçük bir kısmına, adeta sıkışmış gibi çizmiştir. Sayfanın oldukça kısıtlı bir kısmının kullanılmış olması, çocuktaki güvensizlik ve çaresizlik hissinin bir yansımasıdır. Ayrıca babasını kendisi ve annesinden farklı olarak içi boş bir insan figürü olarak resmetmiştir. Bu resmiyle çocuk babasının ölümünü reddettiğini, hala kendisinin anne ve babasının arasında yer almak istediğini yansıtmaktadır. Başka bir resimde ise babasının kötü alışkanlıkları sebebiyle utanç duyan ve sosyal yaşamında içe kapanık, yalnız olan bir çocuk, aile resminde kendisini, annesi babası ve kardeşinden ayrı olarak parmaklıkların arkasında çizmiştir. Bu resim, çocuğun babasının durumundan dolayı yaşadığı bunalım ve suçluluk duygularını oldukça çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir. Okuyan Us Yayınları, “Psikoterapi Kuramları Dizisi” kapsamında American Psychological Association (APA) tarafından yayınlanan kitapları dilimize kazandırmaya devam ediyor. Dizinin 4. kitabı olarak Nisan 2014’de “Sanat Psikodrama” adlı kitap okuyucu ile buluştu. Uzman Klinik Psikolog, Psikodramatist P. Asena Yurtsever’in yazdığı kitap, psikodramaya getirdiği yeni yaklaşımlar nedeniyle psikoterapide yeni bir kuram olarak kabul edilen “Sanat Psikodrama”’yı anlatan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Kitabın giriş kısmında; “Kitabın ve Sanat Psikodrama Modeli’nin zihnimde oluşması yaklaşık yedi yıl süren dışavurumcu sanat terapileri ve psikodrama eğitimlerim sonucunda, 2006 yılında, ‘teorik zeminde her iki kuramda eksikliğini hissettiğim noktaları nasıl daha etkin hale getiririm?’ sorusu ile gerçekleşti. Bu soruya bulunan yanıtın teorik içeriği ve bu içeriğe uygun olarak bir uygulama modeli geliştirmek, hem kitabın amacını hem de sonucunu doğurdu.” diyen Yurtsever; “Sanat Psikodrama”’da psikodrama uygulamaları sırasında çoğunlukla “ısınma” aşamasında faydalanılan sanat terapilerinin daha farklı aşamalarda ve etkin kullanıldığı bir model geliştirmiş. Deneyimleri ve gözlemleri sürecinde Yurtsever; sanat terapileri aracılığıyla kişinin iç yolculuğa çıkması, kendini tanıması, temayla ilgili duygu ve düşüncelerini dışavurumu, sorunu dönüştürmesi gibi durumların gerçekleşmekte olduğunu gözlemlemiş. Psikodrama ile sanat terapilerinin benzeyen ve farklılaşan bu gibi güçlerinin bir arada kullanıldığı, daha etkili bir sistem geliştirmeyi amaçlamış. Kitapta; Dışavurumcu Terapiler, Sanat Terapisi, Psikodrama, Drama Terapi ve İntermodel Dışavurumcu Sanat Terapisi hakkında temel bilgilere yer verilmiş. Sanat Psikodrama Modeli’nin Psikodrama yöntemine getirdiği farklılıklara değinilmiş. 3. ve 4. bölümlerde ise Sanat Psikodrama Isınma Oyunları ile sekiz haftalık bir Sanat Psikodrama Grup Yaşantısı süreci tüm aşamalarıyla ayrıntılı olarak anlatılmış. Kitabı okuduğumda öncelikle, Psikodrama, Drama Terapi ve Sanat Psikodrama ekollerinin anlatıldığı kısımlardan etkilendim. Çünkü bu ekollerin temel felsefik, teorik yaklaşımları ve tekniklerinin bir arada anlatılmasıyla; hangi açılardan benzeşip hangi açılardan farklılaştıklarının netlikle ortaya konulduğunu düşünüyorum. Ardından 3. ve 4. bölümlerde anlatılan uygulamaların olabildiğince açık ve anlaşılır bir dille ifade edilmeye çalışıldığını fark ettim. Özellikle psikodramatist ve dramaterapistlerin yanı sıra sanat terapistlerinin bu bölümleri okuduktan sonra kendi grup yaşantı süreçlerini planlarken Sanat Psikodrama uygulamalarından esinleneceklerine inanıyorum. Bu kitabı okumanın verdiği keyif ve heyecanla Okuyan Us’un “Psikoterapi Kuramları Dizisi”’nin diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum. Duygu Seda Tomru, Türkçe'ye yeni çevirilen 'Travmadan Sağkalanlarla Psikodrama' kitabını tanıtıyor!4/28/2014 TRAVMADAN SAĞKALANLARLA PSİKODRAMA - ACIYI EYLEME DÖKMEK Duygu Seda Tomru "Travmanın iyileşmesinin, yaşayan ve hisseden organizma üzerinde doğrudan etkisi vardır. Travmadan kurtulmak için yapılan başarısız girişimler onları sabitleyebilir. Bu da zorlantı ve aşırı uyarılmaya yol açabilir. Bu tür yaraları açınca sonuna kadar gitmek bu nedenle bu kadar çok önemlidir." (93.syf / Travma Kurbanlarında Psikodramanın Kullanımı - Eva Roine - Çev: Berna Gökengin ) “Çocuk ve Ergenlerde Travma Sonrasında Sanat Psikoterapileri Rehberi”'ni oluşturmak için araştırma yaparken karşılaştığımız bir kitaptan söz etmek istiyorum. Nobel Akademik Yayıncılık’ın dilimize kazandırdığı Psikodrama konulu birçok değerli kitap okuduk ama biri diğerlerinden öte izler bıraktı diyebilirim. Bu kitap Peter Felix Kellermann ve M. K. Hudgins’in yayına hazırladığı, çeviri editörlüğünü ise Prof Dr. Süheyla Ünal’ın üstlendiği “Travmadan Sağkalanlarla Psikodrama – Acıyı Eyleme Dökmek” başlıklı bir derleme. Farklı ülkelerde psikodrama uygulayan birçok uluslararası uzmanın ayrıntılı çalışmalarını barındıran çok özel bir başucu kitabı. Kitabı elime ilk alışımda İçindekiler kısmına baktığımda çok derin bir bilgi kaynağı ile karşılaştığımı hissetmiştim. Ancak okudukça tahminimden de yoğun bir yolculuk yaşadığımı belirtmeliyim. Başlangıçta “Travmayla Örselenmiş Kişiler için Psikodrama Uygulamalarının İyileştirici Yönleri”’ni anlatarak okuyucuyu hazırlayan derlemede, yas, tecavüz, işkence, aile içi çocuk istismarı, bağımlılık, cinsel suçtan hükümlülük, dissosiyatif kişilik bozuklukları, bilincin ayrışmış durumları, trafik kazazedeleri, gazilik, ikincil kurbanlar gibi birçok alt başlık bulunuyor. Her biriyle ilgili uygulamaları okurken vaka örnekleriyle birlikte kendimi sanki hayalimde acıyı eyleme dökme sürecine, onların şifalanmasına tanıklık ederken buldum ve bu çok etkileyiciydi.Travmadan sağkalanlar ile çalışacak herkes için bu kitabın çok birikimli bir rehber olacağını düşünüyorum. Her yazının içinde uygulamalar sırasında dikkat edilmesi gerekenlerle ilgili birçok püf nokta bulmak mümkün. Ayrıca 4. kısım’da “Sağaltımın Yaşantısal Modelleri” başlığı altında yer alan iki yazı başlı başına birer kılavuz niteliği taşımakta. Sadece drama terapi ve psikodrama alanında çalışan uzmanlar için değil tüm sanat terapistleri için de faydalı olacağını düşündüğüm bu kitabın yayınında ve çevrilmesinde emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim. Peter Felix Kellermann, New York Moreno Enstitüsünden sertifikalı klinik psikologdur. İsrail’de ve tüm dünyada psikodrama öğretmektedir. Jessica Kingsley Yayıncılık tarafından basılmış “Psikodramaya Odaklanmak” kitabının yazarıdır. M. K. Hudgkins, ABD’de klinik psikolog ve psikodrama eğitimcisidir. Küresel toplumda travma mağdurlarına psikodrama aracılığı ile yardım etmek için kurulan Uluslararası İyileştirme Spirali Yardım Derneği’nin yöneticisidir. Aşağıdaki linkten kitaba ulaşabilirsiniz. http://nobelyayin.com/detay.asp?u=3736 Sanat terapisi alanında, erken duyumsal müdahalelerin çocukların ebeveynleri ile aralarında olumlu bir bağlanma sağladığına dair pek çok nörobiyolojik açıklama var. Cathy Malchiodi ve David Crenshaw’ın editörlüğünü yaptığı “Bağlanma sorunlarının tedavisinde Yaratıcı Sanat ve Oyun Terapileri” adlı kitapta çeşitli uzmanlar, sanat, dans, müzik, hareket, oyun ve drama terapilerinin bağlanmayı geliştirmede ne kadar etkili olduklarını anlatıyor. Bağlanma teorisi günümüzde nörolojik olarak incelenmekte. Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak, yaratıcı sürecin ve terapilerin etkileri de nörobilim ve psikobiyolojik olarak açıklığa kavuşuyor. Kitaba katkıda bulunan uzmanlar, yaratıcı sanat ve oyun terapilerinin güvensiz bağlanma üzerindeki olumlu etkilerinden bahsediyor. Erken ilişkilerdeki zorlukların çocukların duygusal ve davranışsal gelişimi üzerindeki etkisini araştırıyorlar. Bağlanma odaklı çalışmalarda yaratıcı sürecin faydalarını gelişimsel nöroloji bilgisine dayandırarak inceliyorlar. Travma ve ilişkisel problemlerde yaratıcı sanatları kullanmanın nüanslarını açıklıyorlar. Kitap vakalarla zenginleştirilmiş ve sanat, müzik, dans, oyun, yazı, drama gibi çok çeşitli terapötik yaklaşımdan örnekler içeriyor. Farklı yaş grupları ile ve bakım veren kişilerle bağlanma problemleri üzerinde çalışmak hakkında detaylı bilgi veriyor. Başlıklar çeşitli problem alanlarına özel terapötik ve pratik teknikler ve güncel müdahalelerden oluşuyor. Kitabın en öne çıkan özelliği, bağlanma teorisini, nöroloji alanında olan araştırmalar ve gelişmeler ve klinik bilgi ile çok iyi harmanlamış olması. Okuyucu uygulayıcının neyi neden yaptığını okudukça daha iyi anlıyor. Bağlanma problemleri ile çalışan uzmanlara ve hatta yaratıcı yöntemlerin nasıl işlediğini merak eden herkese önerilir. |
Kitap KöşesiAlanda yararlı olacağını düşündüğümüz kitapları kısa incelemeler ve yazarlarla röportajlarımız aracılığıyla kitap köşesinde paylaşıyoruz. |